Yürüyüş yolunda ağaçlar...
Kıpkırmızı iğdeler sarkıtıyorlar...
Koparan yok...
Eskiden At Pazarı'nda çuvallarda satılırdı.
Keçiboynuzu gibi...
Firik desen onu da bilmezler artık...
Şimdi artık lüks caddeler, hoş mekanlar...
Oralarda buğday tarlası vardı bir zamanlar...
Bir iki dal başağı koparıp...
Tavada ısıtıp.
Azıcık ovuşturunca...
Çıtırı çerez olurdu taneler...
Ümitköy'deki AVM'nin olduğu yerde.
Dere vardı o zaman...
Hasır sepeti daldırınca.
Balık tutardın...
Su da içerdin oradan...
Gezen koyunları da...
At arabalarını.
Eşeğe binenleri...
Ayı oynatanları...
Ve...
Çiğdemleri de kaydetmiş beynin bir köşesi...
Çiğdemin sınırlı tadı için...
Girdiğimiz zahmeti de...
Beyaz ve yayvan...
Piştiğinde et tadı veren...
Mantarları da...
Veya...
Her köşe başındaki dut ağaçlarını.
Tabi haliyle...
Tornet tekeri takan.
İğneli sapan yapan çocukların maharetlerini...
Tuşlu telefonu bile bilmeyen bugünküler...
Nereden bilecek?
"Eski günler ne güzeldi" filan da demeyeceğim...
Öyle değildi tamamen...
Kışın kömür kokulu mahalleleri...
Bugün olsa "darlık" resmi olarak algılanacak...
O zamanın "orta halli" insanlarını.
Kışın zor çalışan, itilip kakılan arabalarını...
Yürünerek gidilen.
Dayak filan da atılan okullarını.
Yazın tatilsizliklerini...
Sapsarı loş ışıklarını...
Tek ayakkabıyla biten bir okul dönemini...
Ama bir yandan da...
Güvenli sokaklarını...
Basit ahşap kapılı evlerini...
Kapısı bile bulunmayan apartmanlarını...
Çağrı cihazını bile bilmeyen.
Araç telefonunu dahi görmemiş nesiller...
Nereden bilecekler?
Haliyle...
Yürüyüş yolundaki ağacın iğdelerini...
Kim fark edecek?
Kim koparacak ki...