Dün İsrail ve yahudileri...
Kafamda bu imajlara ilişkin enstantaneleri anlatmıştım...
Şimdi de İran kısmına geldim işin...
Başlayalım...
Sene 2000.
Kameraman Yıldıray Çınar ile Tahran'a gideceğiz...
Üçlü koalisyon hükümeti dönemi...
Hükümetin bir bakanının Tahran ziyaretini izlemek üzere yola çıkıyoruz.
Ama bu görünen gerekçe...
Aslında bir izlenim haberi yapmaya gidiyoruz...
Bakanın temasları işin bahanesi...
Ve şok....
Esenboğa havalimanındaki kontuar görevlisi:
"Maalesef sizi uçağa alamam, çünkü pasaportunuzda vize yok" diyor...
-Ama biz İran elçiliğine sorduk, Türk vatandaşlarına vize istenmiyor...
Kontuar görevlisi çok net:
"O normal vatandaşlar için... Gazeteciler İran'a vizesiz sokulmuyor... Sizin pasaportunuzda da gazeteci yazıyor"
Zaten elimizde nal gibi kamera ve aletler...
Yapacak bir şey yok gibi...
Son bir zorlama yapacak oluyorum...
"Bir yolu var mı acaba?"
Kontuar görevlisi kadıncağız yardımcı olmak istiyor.
Bizi VİP servisindeki birine yönlendiriyor...
Adam bize uçağa binmenin yolunu gösteriyor...
"VİP kısmına geçin. Gazeteci olarak girin... Bakan hala orada... Sizi heyete almasını söyleyin... Böylelikle uçağa alınırsınız"
Gidiyorum ve dediğini yapıyorum...
Bakan omzunu silkeliyor...
Bugün bile aklımdan gitmeyen cevabını veriyor...
"Bana ne vizenizi alsaydınız"
Artık son çare de tükenmiş gibi...
Kös kös dönüyorum...
Bir yandan kızgınlık...
Havaalanı şeref salonundan ayrılırken...
Kapıdan...
İran'ın o günlerdeki meşhur Ankara Büyükelçisi...
Sonradan nükleer misyonun başına da geçecek...
Laricani giriyor...
Türk bakanı Tahran'a yolcu etmek için gelmiş muhtemelen...
Hemen Laricani'nin önünü kesiyorum...
Derdimi anlatıyorum...
"Sayın büyükelçi... Biz gazeteciyiz... Tahran'a gideceğiz. Vize almamız gerekiyormuş. Bilmiyorduk. Uçağa da binmek istiyoruz. Yapılacak bir şey var mı?"
Açıkçası...
Son çareyi deniyorum.
Olmazsa eve dönüp pijamamı giyip TV izleyeceğim!
Laricani pasaportlarımızı istiyor...
Yanındaki görevliye pasaportları verip Farsça bir şeyler söylüyor...
Adam pasaportlarımızı alıyor gidiyor...
Sonra bize dönüyor büyükelçi...
"Pasaportlarınızın fotokopisini aldırıyorum... Vizeler verilecek ve Tahran havalimanına faksla gönderilecek... Ben de THY'ye kişisel garantimi veriyorum ve sizi uçağa aldıracağım"
Adam inanılmaz bir şey yapıyor...
Minnetle teşekkür ediyorum...
Sorun çözücü özgüvenli bir kişilik...
Ve uçağa biniyoruz...
Uçak dopdolu...
Yüzde doksanı İranlı...
Çoğu kadınlardan oluşuyor....
Hemen hepsinin başı açık...
Önemli kısmı alkol de alıyor...
Sanırım sadece Yıldıray ve ben meyve suyu içiyoruz!
Tahran'da uçaktan inerken herkes başörtüleri ile kapanıyor...
Bu arada...
Uçakta üçlü koltuklardayız ve yanımda oturan Fransızla arkadaş oluyoruz...
Üç saatlik yolda sohbet ilerleyince...
Adamın tüccar olduğunu...
Türkiye'den radyatör alıp İran'a sattığını öğreniyorum...
Amerikan yaptırımlarını nasıl aştığını soruyoruz...
Bize diyor ki...
"Siz Amerikalılardan korkuyorsunuz, satmıyorsunuz... Sizin malınızı biz satıyoruz" diyor ve sırıtıyor...
İniyoruz...
Otele gidiyoruz...
Fransız araçları çoğunlukta...
1979 devrimi öncesi o kült Peugeot'lar değil söylediklerim...
Muafiyet sonucu İran'da fabrika açan Fransızların araçları...
Ama İran malı Peykan'ları da es geçmeyelim.
1960'ların filmlerinden fırlamış gibi...
Her yerleri dökülen.
Aşırı demode.
En ilginci de...
Aynasız...
Şaka değil, dikiz aynası bile yok...
Zaten her araba çarpık...
Çoğu gaz tenekesi gibi...
Paslı ve delik deşik...
İlginç...
Bir sonraki gün...
Gezmeye çıkıyoruz...
Türk olduğumuz söyleyince...
Kot pantolon gösteriyorlar...
O günler TV dizilerimiz meşhur değil...
Türk Pantolonu dedikleri kotlarla meşhuruz İran'da...
Bir taksici ise Türk olduğumuzu öğrenince...
Küçük Emrah kasedi dinletmişti bize...
Bir de bu var tabi...
Tahran'da peşimize 16-17 yaşlarında bir çocuk takılıyor...
İngilizce biliyor...
Bize yardımcı olmak istiyor...
Belli ki gönderilmiş peşimize...
Amacımızı soruyor...
Bizimle gezebileceğini, mihmandarlık yapabileceğini söylüyor...
Asıl amacını anlıyoruz ama anlamazdan geliyoruz.
Zaten gizli saklı bir işimiz de yok.
Bize faydası da olacağını düşünüp kabul ediyoruz.
Zaten çok da yardımcı oluyor bize...
Caddede çekim yaparken...
Polis üstümüze geliyor...
Kameramıza kısa süre el koyup bizi arabaya bindiriyor...
Çocuk polisle konuşup bizi kurtarıyor...
Bu davranışın nedenini soruyoruz...
İrşad bakanlığından çekim izni almamız gerekiyormuş.
Çocuk bizi taksiyle oraya götürüyor...
Hemen alıyoruz izni...
İkinci çekimde...
Yine enseleniyoruz polise...
Gerekçe...
Kameramızı bir kamu kurumu binasına yöneltmişiz.
Yasakmış...
Üçüncü defa yine yakalanıyoruz...
Yine bir polis...
Bu defaki kabahatimiz sarıklı bir din adamını çekmiş olduğumuz şüphesi...
Neyse maceralı bir gün ama...
Sonuçta hasarsız atlatıyoruz...
Şaşırdığım konu...
Mikrofon uzattığım hemen herkes...
Özellikle gençler.
Mikrofonumuza cesurca konuşuyor...
Kadınlar makyajlı...
Ve düşünceleri sansürsüz...
Bizde Kızılay'da röportaj yapmaya kalksan.
Çoğu konuşmak istemez...
İstemediğinden değil, donanım sorunundan...
Doğruya doğru...
Devam edelim...
Üçüncü gün...
İran'dan ayrılıyoruz...
Görüntülerimizi kontrol ettirmemiz gerekiyormuş...
Hepsini kamerada tek tek izliyorlar...
Bir Türk gazetecinin evine gidiyoruz.
Tanıdık İrşad bakanlığı yetkilisi de o eve geliyor.
Terliğini giyiyor.
Ve kameradan görüntüleri izliyor.
Arada anons çektiğim kısımlarda ne dediğimi soruyor.
Sonra her kasedin üstüne mühür vuruyor ki.
Havaalanındaki polis el koymasın...
Mihmandar çocuk bize diyor ki...
"İran sizi takip eder... Olumsuz bir haber yaparsanız, bunu bilir ve not ederler"
Azıcık tehdit.
Alıyor ve kabul ediyoruz!
Bu arada...
İran'da adım başı bir Azerbaycan Türkü var...
Dahası...
O günlerde...
Bayern Münih'in ünlü golcüsü...
Ali Dai bir İranlı...
Üstelik Türk asıllı bir İranlıydı...
Yıllar sonra İran Büyükelçiliğinden bir yetkili ile sohbetimizde.
Konu Ali Dai'ye ve onun Azerbaycan Türkü olmasına gelmiş...
O yetkili.
Irkçı bir benzetmeyi anlatınca.
Tepki göstermiştim...
Kafa golleriyle ünlü Ali Dai için...
"Kafasını kullanan tek Türk" diyorlarmış...
Bu bir mantaliteyi yansıtıyordu aslında...
Ama böylesi İsrail mezaliminin konuşulduğu.
İran'ın haksız ve haydutça saldırı altında olduğu bu günlerde...
Bu Irkçı benzetmenin üzerinde çok durmak istemiyorum...
Yıllar yılları kovaladı...
2018'de...
Çalıştığım televizyon kanalında, İran ve PKK konulu yorumlarımı izleyen bir İranlı diplomat...
Benimle görüşmek istedi...
Çok kibardı...
Ziyaret etti.
Uzun uzun bilgilendirdi...
Sözlerini bir sonraki yayında bir diplomatik kaynak diye aktardım...
Medeniceydi...
İranlı arkadaşlarım hep oldu...
Bize çok benzeyen sıcakkanlı bir tarafları da var...
Ortak özellikleri...
Kafamızdaki imajın aksine...
Aralarında dindar görünen hemen hiç yok.
Seküler bir hayatları var...
Çoğu alkol de alıyor...
Biz mi daha muhafazakarız onlar mı...?
Kesinlikle biz...
Mezhep farkından bahsetmiyorum...
Almanya'ya gittiğimde taksisine bindiğim bir İranlı da...
Ne kadar müslümanlıktan uzak olduğunu...
Büyük bir değişim ve gelişim gibi anlatıyordu...
Sunuş şekli çok dikkatimi çekmişti..
Aşağılık kompleksi barındırıyor.
Batıya toz kondurmuyor.
Doğuyu gömüyordu...
Oryantalistlerin hayalindeki bir tipolojiydi...
Bugün düşününce...
Mossad'ın İran'da ne kadar çok ajan devşirdiğini öğrenmemiz...
Ve puzzle'ın birleştiği yer...
Bana anlamlı geldi...
Genelleme yapmak istemesem de...
Oturdu işte kafamda...
Bu arada.
Aklımda başka bir imaj...
Tahran'da hiç duymadığım ezan sesi...
Hatıra olarak Türkiye'ye götürdüğüm küçük bir taş parçası...
İranlıların namaz kılarkan başlarını değdirdikleri bir taş parçasıymış...
Hikayesi de var da gerek yok...
Ve inanç sistemlerindeki yazmak istemediğim şeyler...
Bekir, Ömer, Osman, Ayşe isimlerine duydukları alerji...
Adeta nefret gibi...
Camilerinde bile söyledikleri acayip laflar...
İmajlar, imgeler ve enstantaneler...
İran ve İranlılar üzerine...
İsrail'e karşı ciddi direnç içindeler...
Takdir edilesi bir durum...
Ama geçmiş de var kuşkusuz...
Suriye'deki tavırları...
Sünni alerjileri...
Emperyalizmin kör ettiği gözlerle...
Şii hilali hayaliyle...
İşlenen cinayetler...
Konuşuruz çok...
Belki yeri değil...
Belki de zamanı...