12 Ağustos 2025 Salı

NE AĞLADINIZ BE!

 


Hep onlar gibi olmamızı istediler...

Hoş...

Bizim bu taraftaki orası burası oynayanlar da...

Çokça kırıttı onlara...

Onlar kim mi?

Ülkeyi hiç yönetmediklerini söylerler...

Azınlık olduklarından.

Zihniyetlerini iktidara getiremeseler de...

Her dönem yerlerindedirler...

Dahası...

Alanı onlar belirler..

Sahayı, seyirciyi, hakemi hep onlar seçer...

İzin verdikleri kadar oynamanızı isterler...

Arada bir kontrolleri dışında şeyler olsa da...

Bağırıp çağırıp üste çıkarlar...

Ezberlerini bozucu şeyleri yazıp söylediğimiz zaman.

Ağızlarını doldurup.

Hakaret etmelerine alışma noktasına geldiğimizde...

İçlerinden nispeten kibar olanları...

"Seni böyle bilmezdik" diye vicdan yaparken...

Sormak gelir hep içimden.

Dünyayı sizin gözünüzden mi yorumlayalım?

Ayrıcalıklarınızdan...

Her dönemde.

Devletin başköşesinde... 

Sanatta, entellektüel çevrelerdeki tekelenizden.

Kamusal alan saçmalığına...

Kıyafet dayatmamasıyla...

Acayip hukuki terimlerle filan...

AİHM kararları vs ile...

Sen ne dersen de...

Ağızların suyu akarak dinlerken...

Onlar...

Cumhuriyetin nasıl tehlikede olduğunu anlatınca...

"Demek ki bildikleri var" diyenler de oldu bizim içimizde...

"Kral çıplak" diyen bir çocuk bekleyip durduk hep...

Cuntacılar karşısında iki büklüm dururlarken onlar...

Elleri önde...

Acayip acayip marş, türkü karışımı saçmalıklarla...

28 Şubat'ı özümsetmeye çalışırken...

Din imanla alakası olmayan solcu bir gazeteci meslektaşım.

Kulağıma eğilerek...

"Sırf bu manyaklar yüzünden başımı örteceğim yakında" diye espri yapmıştı...

Oysa şimdi birileri cuma hutbesine tepki gösterip...

Herkesin başının örtüleceği riskini (!) satın aldırmaya çalışırken...

Çırılçıplak sokakta dolaşanları biri azıcık eleştirse kıyamet koparken...

Ayrıcalıklı tohumlar yerlerini hala koruyup.

Yaygarayı da koparma tekelini sürdürürken...

Yıllar yıllar önce Mursi döneminde Kahire'de bir Türk gazetecinin sözleri aklıma gelir tekrar...

Demişti ki:

"İhvancılardan tiksiniyorum"

Tiksindiği başkasıydı ama İhvancılar diyebilmişti sadece...

O gün cesareti bu kadardı...

Ona müjdeler olsun ki İhvancılar darbe ile devrildi...

Sisi geldi...

Refah kapısı kapandı...

O gazeteci...

İhvancılardan tiksindiği kadar İsrail'den tiksinmedi...

Müslümanlardan nefret ettiği kadar bebek öldürenlerden etmedi...

Ellerinde kadehlerle...

15 Temmuz'u kutlarken...

Tankları alkışlayıp.

Müezzinleri, imamları döverlerken...

Bir yandan da...

Dumanlı kafalarla Atatürk güzellemeleri yaparken...

Hayat tarzı nedeniyle insanları kategorize edip...

Açık açık aşağılarken...

Belli grup ve mezhepleri kutsayıp...

Bir dünya görüşünü...

Bir dini anlayışı da.

Çaktırmadan bir mezhebi de yerin dibine sokarken.

Hiç utanmadan.

Kendilerine hep yüzde yüz saygı duyulmasını beklerler...

Hatta bu bile yetmez...

Niyetinizi okuyarak saygısızlık ettiğinizi filan savunurlar...

Bu ülkenin ortak değeri olan Atatürk'ü bile...

Nükleer silah gibi sana doğrultup...

"O olmasaydı sen şöyleydin böyleydin" deyip...

Aslında kendi zihniyetlerine minnet duyulmasını isteyip...

Saçma sapan bir ezikliğin içine girilmesinin yolunu açarlar...

Unutalım mı bunları...

"Seni böyle bilmezdik, sana bir şeyler oldu" demeye cüret ederlerken...

Senin onlara tam biat etmeni beklerler...

Karşılık ummadan başını eğmeni...

Gereksiz bir mahcubiyet içinde yaşamanı hayal ederler...

Oysa...

Biz değişmedik ki.

Hep buradaydık.

Hep böyleydik...

Eskiden de makbul değildik...

Belli ki bu dönemde de tam makbul değiliz.

Asıl yaralayan...

Tabiatının gereğini yapan bu zihniyet değil

Çeyrek asır sonra bile

Hala bu zihniyete yaranmaya çalışan bu tarafın oynar başlıklıları...

Utanç verici "ılımlılar"...

Ekranda ve klavye başında farklı iken...

Kapalı ortamlarda fısıldaşırken bambaşka olanlar...

"Ne yapalım bu dönem böyle"ciler...

Çocuklarının geleceğinden.

Okullardan.

Ülkenin ekonomisinden.

Ülkenin gurur duyacağı her şeyden tereddüt edenler...

Karşı tarafın gönüllü trollüğünü yapanlar...

Ama bunu kalleşçe, gizlice yapanlar...

Hem oraya hem buraya yarananlar...

Nerelerde neler yapıyorlar bir bilseniz...

Konuştuklarında dilleri ile dişleri arasında ne söyledikleri belli olmayan.

Şiş ve kebapçılar da var tabi...

İkbal ve istikbalciler...

Bir kesimin samimi fikirdaşlarını "yandaş" diye yaftalayanlar...

Sadece karşıdakiler mi?

Değil elbet...

Ortamlarda "Aslında ben de söylüyorum yanlış yapıyorlar"cılara kadar...

Bilmiyoruz sanmayın...

İçimden geçenleri söylesem.

Kıyamet kopar da...

Özetleyim sadece.

Onlara da burdaki oynar başlıklılara da söyleyeyim....

Ne ağladınız be...

28 Temmuz 2025 Pazartesi

ZEHİRLİ MEYVE!

 


Taksici dedi ki...

"Abi ormanları kendileri yakıyormuş"

-Kendileri kim...

"Onlar abi işte biliyorsun... Devletin adamları"

-Sebep?

"Kendilerine otel yeri açıyorlarmış"

-Daha önce örneği var mıymış peki?

"Bilmiyorum öyle duydum, olur bunlar bizim memlekette"

Daha ötesini de söyledi...

"Zaten abi yangın uçağı, helikopteri bir şey yok ki... Yansın diye bekliyorlar"

Ne anlatacaksın ki buna?

"Var" desen, hem de onlarca olduğunu anlatsan.

Rakamlar versen, Avrupa'nın en geniş ekipmanı desen...

Anlatamazsın...

İnanmaz...

İnansa da, konfor alanından çıkmaz...

Bu gibiler her yerde...

Eski bir şarkıdaki gibi...

Parklarda, bahçelerde, lüks otellerde...

Mesela...

Berberde yanımda sıra bekleyen bir vatandaş...

Televizyondaki haberi iç geçirerek izledi...

"Yalan ya ne uçağı... Uçak muçak yapamaz bizimkiler... Zaten motoru bile yok. Zaten bu uçuş da gerçek değil..."

Samimiyetim oluşmadığından, tartışmak istemediğimden...

Bir şey demedim de...

Diyen de çıkmadı...

Esasen...

Bizim insanımız bu tür yalanları bilinçli satın alma damarına da sahiptir...

Kompleksli, yalancı ve aşağılık duygulu adamlarla sohbet etmek konforludur...

Sen de öyle olursun bir anda...

Başarılarla gurur duymak yerine...

Dövünmek daha çok hoşa gider...

Yıllarca arabesk kültürü ve onun filmleri nasıl kapalı gişe yaptıysa...

Bu sohbetler de öyledir...

Sohbetlere iyimser tarafta katılırsanız...

Ratingi düşürmenizden korkulur!

Ya dışlanırsınız...

İlk lavoboya gittiğinizde de arkanızdan...

Fısıltıyla...

"Akp'li bu ya" filan derler...

Kimse "devletini seviyor" ya da "demek ki öyleymiş"filan da demez...

Ama bu tezviratları yapanlar asla "hainlik" kavramını yanlarına bile almazlar...

Sıkışınca bir iki Atatürk güzellemesi yapıp...

Sonra aşağılık kompleksiyle dövünüp.

Bir iki Arap kötülemesi...

Sonra batıya acayip bir öykünme...

Sıfır bilgi, sıfır bilinçle...

15 milyar dolarlık uçak satış anlaşması desen ne olur?

Bir AB üyesine satılacak savaş uçağından bahsetsen ne olur...

İnanmaz...

İnansa da...

Almaz, döner kendi sohbetini sürdürür...

En gıcık tarafları da...

Doğrusunun kaynağını göstererek anlatsan...

"Bilmiyorum ben öyle duydum" filan gibi saçma ısrarlarını sürdürmeleri...

Devam edelim...

Ötesi de var tabi...

"Petrol bulmuşlar sözüm ona... Seçime doğru daha çok bulurlar. Hepsi yalan. Neden bu kadar pahalı benzin o zaman?"

-Tabi öyle de biliyorsun Gabar'da on binlerce kişi çalışıyor. İşsizlik sıfıra yaklaştı. Her yer sondaj kulesi... Bir yalan için bu kadar dekor fazla değil mi sence?

"Yok yok yalan... Yaparlar o dekoru... Çalışanlar da yalan... Zaten doğalgaz filan da bulduk demişlerdi. Hani ortada. Var mı?"

-Var tabi Sakarya sahasında deniz platformlarında binlerce mühendis, çalışan, sondaj köstebekleri... Çıkartıp boruyu döşeyip sisteme veriyorlar. Haberleri de yapıldı...

"Pehhh. Geç onları geç... Yok... Olsa böyle mi olurdu? Putin verdi o gazı gizlice...."

-Nasıl vermiş o gazı Putin?

"Abicim senin de dünyadan haberin yok. Denizin altından borulardan göndermiş. Bizimkiler sanki Türkiye'de çıkmış gibi ateş filan yakmışlar orada"

-Bak sen...

Bu zihniyetle ne konuşacaksın, ona ne anlatacaksın...

İşin garibi...

Bunların okumuşları da var...

Çok var hem de...

Hatta çoğunluğu üniversite diplomalı!

Ekrana çıkıp.

Yerli otomobilin gizlice İtalya'da yapılıp, gemilerle gizlice getirilip, yerli diye satıldığını söyleyen de var...

Açıkçası...

Buna inananları daha fazla!

Bu kuyruklu yalanlara inanan...

Kerli ferli... 

Devletten geçinmeli olanlar da var...

Karı-koca iyi otomobiller edinip, iyi evlerde oturup, yazın güzelce tatilini de yapıp, 65 yaşına kadar devletten maaş da alıp, sonra emekli olunca o maaş azaldı diye devlete söveni de....

Bunlardan...

Ortamlarda sabah akşam devleti yerin dibine sokanlar da var çokça...

Aşağılık kompleksinden...

İsrail'e gizli-gerekçesiz hayranlık duyanları da...

İyi ki cahiller...

Yoksa gerekçeli hayranlık duysalar daha tehlikeli...

Neyse...

Bir tanesi dedi ki bana...

"Zaten 15 Temmuz da yalandı... İşte tezgahladılar bir darbe... Sonra da ipleri tamamen ellerine aldılar"

Dayanamadım, bu sefer kafa göz girdim...

-Peki 250 şehit neydi? İnsanlar sokağa çıkmasaydı ne olurdu? Meclisi sağı solu bombalayanlar kimlerdi? Köprüde insan öldürenler kimlerdi?

"Yok yok Ercan bey... Ben biliyorum. Böyle darbe mi olur? Yazık kör yola gittiler. FETÖ diye bir şey uydurdular"

-İyi de müebbet yiyenler var yüzlerce... Hapisteler... Bir tiyatro için ağır bir külfet altına girmiş olmuyorlar mı o zaman!

"Yok yok. Ben öyle duydum. Zaten baksana işte, belli"

Arkadaşa darbe beğendiremedik...

Devlet geçinmelilerden...

Devlet düşmanları çıkıyor.

Hem de bir hayli fazla...

Düşmanlıkları onları öyle bir saptırıyor ki...

Darbeciler başarsa mutlu olacaklar.

Sonra kendisi ne mi olacak?

Ülke iç savaşa mı girecek?

Ya da...

Ya dası yok...

Adam ya da kadın inanmış...

Yolundan sapmıyor...

Bir yandan da gizli gizli, "adamlar sapkın da olsa tezlerinde nasıl ısrarlılar" diye azıcık hayranlık duyar gibi olsam da...

"Bizim gibi düşünenler, devlet tarafında, yapılan güzel işlerden gurur duyanlar neden fazlasıyla ağırbaşlı" diye yerinirken...

Bir yandan da...

Hep bu ülkenin ferasetli çoğunluğunu düşünürüm...

Onların öyle ortamları yoktur.

İşlerine güçlerine bakarlar.

Neyin ne olduğunu iyi bilirler...

Gerektiği yerde sessizce cevap verirler...

Ama bu aşağılık kompleksliler...

Konforlu yazlıklarında ekonomiye saydırıp.

Sela okuyan hocaya hakaret edip...

İçki kadehini ellerine alınca kafalarındaki Atatürk'ü kutsarlar...

Gerçek Atatürk'se hiç işlerine gelmez...

Belçikalı bakanın Anıtkabir'de Atatürk'e diz çökmesi hoşlarına gitsin, buna itirazımız yok ama...

Adamın bugünkü Türkiye'ye yaptığı gurur verici güzellemeleri ya görmezler...

Görseler de...

"Bırak ya" filan deyip geçerler...

İşin o kısmına PR deyip...

Diz çökme kısmını satın alırlar!

Ne diyeceksin, ne yapacaksın...?

Bu tohumları onlarca yıl önce kim ektiyse...

Başarmış...

Zehirli meyveler hasat edilmiş!

Öz değerlerine bu kadar düşman bir kesimi başka bir ülkede göremezsiniz...

Yazık...

Hem de çok...

19 Haziran 2025 Perşembe

KAFAMDAKİ İRAN…

 


Dün İsrail ve yahudileri...

Kafamda bu imajlara ilişkin enstantaneleri anlatmıştım...

Şimdi de İran kısmına geldim işin...

Başlayalım...

Sene 2000.

Kameraman Yıldıray Çınar ile Tahran'a gideceğiz...

Üçlü koalisyon hükümeti dönemi...

Hükümetin bir bakanının Tahran ziyaretini izlemek üzere yola çıkıyoruz.

Ama bu görünen gerekçe...

Aslında bir izlenim haberi yapmaya gidiyoruz...

Bakanın temasları işin bahanesi...

Ve şok....

Esenboğa havalimanındaki kontuar görevlisi:

"Maalesef sizi uçağa alamam, çünkü pasaportunuzda vize yok" diyor...

-Ama biz İran elçiliğine sorduk, Türk vatandaşlarına vize istenmiyor...

Kontuar görevlisi çok net:

"O normal vatandaşlar için... Gazeteciler İran'a vizesiz sokulmuyor... Sizin pasaportunuzda da gazeteci yazıyor"

Zaten elimizde nal gibi kamera ve aletler...

Yapacak bir şey yok gibi...

Son bir zorlama yapacak oluyorum...

"Bir yolu var mı acaba?"

Kontuar görevlisi kadıncağız yardımcı olmak istiyor.

Bizi VİP servisindeki birine yönlendiriyor...

Adam bize uçağa binmenin yolunu gösteriyor...

"VİP kısmına geçin. Gazeteci olarak girin... Bakan hala orada... Sizi heyete almasını söyleyin... Böylelikle uçağa alınırsınız"

Gidiyorum ve dediğini yapıyorum...

Bakan omzunu silkeliyor...

Bugün bile aklımdan gitmeyen cevabını veriyor...

"Bana ne vizenizi alsaydınız"

Artık son çare de tükenmiş gibi...

Kös kös dönüyorum...

Bir yandan kızgınlık...

Havaalanı şeref salonundan ayrılırken...

Kapıdan...

İran'ın o günlerdeki meşhur Ankara Büyükelçisi...

Sonradan nükleer misyonun başına da geçecek...

Laricani giriyor...

Türk bakanı Tahran'a yolcu etmek için gelmiş muhtemelen...

Hemen Laricani'nin önünü kesiyorum...

Derdimi anlatıyorum...

"Sayın büyükelçi... Biz gazeteciyiz... Tahran'a gideceğiz. Vize almamız gerekiyormuş. Bilmiyorduk. Uçağa da binmek istiyoruz. Yapılacak bir şey var mı?"

Açıkçası...

Son çareyi deniyorum.

Olmazsa eve dönüp pijamamı giyip TV izleyeceğim!

Laricani pasaportlarımızı istiyor...

Yanındaki görevliye pasaportları verip Farsça bir şeyler söylüyor...

Adam pasaportlarımızı alıyor gidiyor...

Sonra bize dönüyor büyükelçi...

"Pasaportlarınızın fotokopisini aldırıyorum... Vizeler verilecek ve Tahran havalimanına faksla gönderilecek... Ben de THY'ye kişisel garantimi veriyorum ve sizi uçağa aldıracağım"

Adam inanılmaz bir şey yapıyor...

Minnetle teşekkür ediyorum...

Sorun çözücü özgüvenli bir kişilik...

Ve uçağa biniyoruz...

Uçak dopdolu...

Yüzde doksanı İranlı...

Çoğu kadınlardan oluşuyor....

Hemen hepsinin başı açık...

Önemli kısmı alkol de alıyor...

Sanırım sadece Yıldıray ve ben meyve suyu içiyoruz!

Tahran'da uçaktan inerken herkes başörtüleri ile kapanıyor...

Bu arada...

Uçakta üçlü koltuklardayız ve yanımda oturan Fransızla arkadaş oluyoruz...

Üç saatlik yolda sohbet ilerleyince...

Adamın tüccar olduğunu...

Türkiye'den radyatör alıp İran'a sattığını öğreniyorum...

Amerikan yaptırımlarını nasıl aştığını soruyoruz...

Bize diyor ki...

"Siz Amerikalılardan korkuyorsunuz, satmıyorsunuz... Sizin malınızı biz satıyoruz" diyor ve sırıtıyor...

İniyoruz...

Otele gidiyoruz...

Fransız araçları çoğunlukta...

1979 devrimi öncesi o kült Peugeot'lar değil söylediklerim...

Muafiyet sonucu İran'da fabrika açan Fransızların araçları...

Ama İran malı Peykan'ları da es geçmeyelim.

1960'ların filmlerinden fırlamış gibi...

Her yerleri dökülen.

Aşırı demode.

En ilginci de...

Aynasız...

Şaka değil, dikiz aynası bile yok...

Zaten her araba çarpık...

Çoğu gaz tenekesi gibi...

Paslı ve delik deşik...

İlginç...

Bir sonraki gün...

Gezmeye çıkıyoruz...

Türk olduğumuz söyleyince...

Kot pantolon gösteriyorlar...

O günler TV dizilerimiz meşhur değil...

Türk Pantolonu dedikleri kotlarla meşhuruz İran'da...

Bir taksici ise Türk olduğumuzu öğrenince...

Küçük Emrah kasedi dinletmişti bize...

Bir de bu var tabi...

Tahran'da peşimize 16-17 yaşlarında bir çocuk takılıyor...

İngilizce biliyor...

Bize yardımcı olmak istiyor...

Belli ki gönderilmiş peşimize...

Amacımızı soruyor...

Bizimle gezebileceğini, mihmandarlık yapabileceğini söylüyor...

Asıl amacını anlıyoruz ama anlamazdan geliyoruz.

Zaten gizli saklı bir işimiz de yok.

Bize faydası da olacağını düşünüp kabul ediyoruz.

Zaten çok da yardımcı oluyor bize...

Caddede çekim yaparken...

Polis üstümüze geliyor... 

Kameramıza kısa süre el koyup bizi arabaya bindiriyor...

Çocuk polisle konuşup bizi kurtarıyor...

Bu davranışın nedenini soruyoruz...

İrşad bakanlığından çekim izni almamız gerekiyormuş.

Çocuk bizi taksiyle oraya götürüyor...

Hemen alıyoruz izni...

İkinci çekimde...

Yine enseleniyoruz polise...

Gerekçe...

Kameramızı bir kamu kurumu binasına yöneltmişiz.

Yasakmış...

Üçüncü defa yine yakalanıyoruz...

Yine bir polis...

Bu defaki kabahatimiz sarıklı bir din adamını çekmiş olduğumuz şüphesi...

Neyse maceralı bir gün ama...

Sonuçta hasarsız atlatıyoruz...

Şaşırdığım konu...

Mikrofon uzattığım hemen herkes...

Özellikle gençler.

Mikrofonumuza cesurca konuşuyor...

Kadınlar makyajlı...

Ve düşünceleri sansürsüz...

Bizde Kızılay'da röportaj yapmaya kalksan.

Çoğu konuşmak istemez...

İstemediğinden değil, donanım sorunundan...

Doğruya doğru...

Devam edelim...

Üçüncü gün...

İran'dan ayrılıyoruz...

Görüntülerimizi kontrol ettirmemiz gerekiyormuş...

Hepsini kamerada tek tek izliyorlar...

Bir Türk gazetecinin evine gidiyoruz.

Tanıdık İrşad bakanlığı yetkilisi de o eve geliyor.

Terliğini giyiyor.

Ve kameradan görüntüleri izliyor.

Arada anons çektiğim kısımlarda ne dediğimi soruyor.

Sonra her kasedin üstüne mühür vuruyor ki.

Havaalanındaki polis el koymasın...

Mihmandar çocuk bize diyor ki...

"İran sizi takip eder... Olumsuz bir haber yaparsanız, bunu bilir ve not ederler"

Azıcık tehdit.

Alıyor ve kabul ediyoruz!

Bu arada...

İran'da adım başı bir Azerbaycan Türkü var...

Dahası...

O günlerde...

Bayern Münih'in ünlü golcüsü...

Ali Dai bir İranlı...

Üstelik Türk asıllı bir İranlıydı...

Yıllar sonra İran Büyükelçiliğinden bir yetkili ile sohbetimizde.

Konu Ali Dai'ye ve onun Azerbaycan Türkü olmasına gelmiş...

O yetkili.

Irkçı bir benzetmeyi anlatınca.

Tepki göstermiştim...

Kafa golleriyle ünlü Ali Dai için...

"Kafasını kullanan tek Türk" diyorlarmış...

Bu bir mantaliteyi yansıtıyordu aslında...

Ama böylesi İsrail mezaliminin konuşulduğu.

İran'ın haksız ve haydutça saldırı altında olduğu bu günlerde...

Bu Irkçı benzetmenin üzerinde çok durmak istemiyorum... 

Yıllar yılları kovaladı...

2018'de...

Çalıştığım televizyon kanalında, İran ve PKK konulu yorumlarımı izleyen bir İranlı diplomat...

Benimle görüşmek istedi...

Çok kibardı...

Ziyaret etti.

Uzun uzun bilgilendirdi...

Sözlerini bir sonraki yayında bir diplomatik kaynak diye aktardım...

Medeniceydi...

İranlı arkadaşlarım hep oldu...

Bize çok benzeyen sıcakkanlı bir tarafları da var...

Ortak özellikleri...

Kafamızdaki imajın aksine...

Aralarında dindar görünen hemen hiç yok.

Seküler bir hayatları var...

Çoğu alkol de alıyor...

Biz mi daha muhafazakarız onlar mı...?

Kesinlikle biz...

Mezhep farkından bahsetmiyorum...

Almanya'ya gittiğimde taksisine bindiğim bir İranlı da...

Ne kadar müslümanlıktan uzak olduğunu...

Büyük bir değişim ve gelişim gibi anlatıyordu...

Sunuş şekli çok dikkatimi çekmişti..

Aşağılık kompleksi barındırıyor.

Batıya toz kondurmuyor.

Doğuyu gömüyordu...

Oryantalistlerin hayalindeki bir tipolojiydi...

Bugün düşününce...

Mossad'ın İran'da ne kadar çok ajan devşirdiğini öğrenmemiz...

Ve puzzle'ın birleştiği yer...

Bana anlamlı geldi...

Genelleme yapmak istemesem de...

Oturdu işte kafamda...

Bu arada.

Aklımda başka bir imaj...

Tahran'da hiç duymadığım ezan sesi...

Hatıra olarak Türkiye'ye götürdüğüm küçük bir taş parçası...

İranlıların namaz kılarkan başlarını değdirdikleri bir taş parçasıymış...

Hikayesi de var da gerek yok...

Ve inanç sistemlerindeki yazmak istemediğim şeyler...

Bekir, Ömer, Osman, Ayşe isimlerine duydukları alerji...

Adeta nefret gibi...

Camilerinde bile söyledikleri acayip laflar...

İmajlar, imgeler ve enstantaneler...

İran ve İranlılar üzerine...

İsrail'e karşı ciddi direnç içindeler...

Takdir edilesi bir durum...

Ama geçmiş de var kuşkusuz...

Suriye'deki tavırları...

Sünni alerjileri...

Emperyalizmin kör ettiği gözlerle...

Şii hilali hayaliyle...

İşlenen cinayetler...

Konuşuruz çok...

Belki yeri değil...

Belki de zamanı...