19 Haziran 2025 Perşembe

KAFAMDAKİ İRAN…

 


Dün İsrail ve yahudileri...

Kafamda bu imajlara ilişkin enstantaneleri anlatmıştım...

Şimdi de İran kısmına geldim işin...

Başlayalım...

Sene 2000.

Kameraman Yıldıray Çınar ile Tahran'a gideceğiz...

Üçlü koalisyon hükümeti dönemi...

Hükümetin bir bakanının Tahran ziyaretini izlemek üzere yola çıkıyoruz.

Ama bu görünen gerekçe...

Aslında bir izlenim haberi yapmaya gidiyoruz...

Bakanın temasları işin bahanesi...

Ve şok....

Esenboğa havalimanındaki kontuar görevlisi:

"Maalesef sizi uçağa alamam, çünkü pasaportunuzda vize yok" diyor...

-Ama biz İran elçiliğine sorduk, Türk vatandaşlarına vize istenmiyor...

Kontuar görevlisi çok net:

"O normal vatandaşlar için... Gazeteciler İran'a vizesiz sokulmuyor... Sizin pasaportunuzda da gazeteci yazıyor"

Zaten elimizde nal gibi kamera ve aletler...

Yapacak bir şey yok gibi...

Son bir zorlama yapacak oluyorum...

"Bir yolu var mı acaba?"

Kontuar görevlisi kadıncağız yardımcı olmak istiyor.

Bizi VİP servisindeki birine yönlendiriyor...

Adam bize uçağa binmenin yolunu gösteriyor...

"VİP kısmına geçin. Gazeteci olarak girin... Bakan hala orada... Sizi heyete almasını söyleyin... Böylelikle uçağa alınırsınız"

Gidiyorum ve dediğini yapıyorum...

Bakan omzunu silkeliyor...

Bugün bile aklımdan gitmeyen cevabını veriyor...

"Bana ne vizenizi alsaydınız"

Artık son çare de tükenmiş gibi...

Kös kös dönüyorum...

Bir yandan kızgınlık...

Havaalanı şeref salonundan ayrılırken...

Kapıdan...

İran'ın o günlerdeki meşhur Ankara Büyükelçisi...

Sonradan nükleer misyonun başına da geçecek...

Laricani giriyor...

Türk bakanı Tahran'a yolcu etmek için gelmiş muhtemelen...

Hemen Laricani'nin önünü kesiyorum...

Derdimi anlatıyorum...

"Sayın büyükelçi... Biz gazeteciyiz... Tahran'a gideceğiz. Vize almamız gerekiyormuş. Bilmiyorduk. Uçağa da binmek istiyoruz. Yapılacak bir şey var mı?"

Açıkçası...

Son çareyi deniyorum.

Olmazsa eve dönüp pijamamı giyip TV izleyeceğim!

Laricani pasaportlarımızı istiyor...

Yanındaki görevliye pasaportları verip Farsça bir şeyler söylüyor...

Adam pasaportlarımızı alıyor gidiyor...

Sonra bize dönüyor büyükelçi...

"Pasaportlarınızın fotokopisini aldırıyorum... Vizeler verilecek ve Tahran havalimanına faksla gönderilecek... Ben de THY'ye kişisel garantimi veriyorum ve sizi uçağa aldıracağım"

Adam inanılmaz bir şey yapıyor...

Minnetle teşekkür ediyorum...

Sorun çözücü özgüvenli bir kişilik...

Ve uçağa biniyoruz...

Uçak dopdolu...

Yüzde doksanı İranlı...

Çoğu kadınlardan oluşuyor....

Hemen hepsinin başı açık...

Önemli kısmı alkol de alıyor...

Sanırım sadece Yıldıray ve ben meyve suyu içiyoruz!

Tahran'da uçaktan inerken herkes başörtüleri ile kapanıyor...

Bu arada...

Uçakta üçlü koltuklardayız ve yanımda oturan Fransızla arkadaş oluyoruz...

Üç saatlik yolda sohbet ilerleyince...

Adamın tüccar olduğunu...

Türkiye'den radyatör alıp İran'a sattığını öğreniyorum...

Amerikan yaptırımlarını nasıl aştığını soruyoruz...

Bize diyor ki...

"Siz Amerikalılardan korkuyorsunuz, satmıyorsunuz... Sizin malınızı biz satıyoruz" diyor ve sırıtıyor...

İniyoruz...

Otele gidiyoruz...

Fransız araçları çoğunlukta...

1979 devrimi öncesi o kült Peugeot'lar değil söylediklerim...

Muafiyet sonucu İran'da fabrika açan Fransızların araçları...

Ama İran malı Peykan'ları da es geçmeyelim.

1960'ların filmlerinden fırlamış gibi...

Her yerleri dökülen.

Aşırı demode.

En ilginci de...

Aynasız...

Şaka değil, dikiz aynası bile yok...

Zaten her araba çarpık...

Çoğu gaz tenekesi gibi...

Paslı ve delik deşik...

İlginç...

Bir sonraki gün...

Gezmeye çıkıyoruz...

Türk olduğumuz söyleyince...

Kot pantolon gösteriyorlar...

O günler TV dizilerimiz meşhur değil...

Türk Pantolonu dedikleri kotlarla meşhuruz İran'da...

Bir taksici ise Türk olduğumuzu öğrenince...

Küçük Emrah kasedi dinletmişti bize...

Bir de bu var tabi...

Tahran'da peşimize 16-17 yaşlarında bir çocuk takılıyor...

İngilizce biliyor...

Bize yardımcı olmak istiyor...

Belli ki gönderilmiş peşimize...

Amacımızı soruyor...

Bizimle gezebileceğini, mihmandarlık yapabileceğini söylüyor...

Asıl amacını anlıyoruz ama anlamazdan geliyoruz.

Zaten gizli saklı bir işimiz de yok.

Bize faydası da olacağını düşünüp kabul ediyoruz.

Zaten çok da yardımcı oluyor bize...

Caddede çekim yaparken...

Polis üstümüze geliyor... 

Kameramıza kısa süre el koyup bizi arabaya bindiriyor...

Çocuk polisle konuşup bizi kurtarıyor...

Bu davranışın nedenini soruyoruz...

İrşad bakanlığından çekim izni almamız gerekiyormuş.

Çocuk bizi taksiyle oraya götürüyor...

Hemen alıyoruz izni...

İkinci çekimde...

Yine enseleniyoruz polise...

Gerekçe...

Kameramızı bir kamu kurumu binasına yöneltmişiz.

Yasakmış...

Üçüncü defa yine yakalanıyoruz...

Yine bir polis...

Bu defaki kabahatimiz sarıklı bir din adamını çekmiş olduğumuz şüphesi...

Neyse maceralı bir gün ama...

Sonuçta hasarsız atlatıyoruz...

Şaşırdığım konu...

Mikrofon uzattığım hemen herkes...

Özellikle gençler.

Mikrofonumuza cesurca konuşuyor...

Kadınlar makyajlı...

Ve düşünceleri sansürsüz...

Bizde Kızılay'da röportaj yapmaya kalksan.

Çoğu konuşmak istemez...

İstemediğinden değil, donanım sorunundan...

Doğruya doğru...

Devam edelim...

Üçüncü gün...

İran'dan ayrılıyoruz...

Görüntülerimizi kontrol ettirmemiz gerekiyormuş...

Hepsini kamerada tek tek izliyorlar...

Bir Türk gazetecinin evine gidiyoruz.

Tanıdık İrşad bakanlığı yetkilisi de o eve geliyor.

Terliğini giyiyor.

Ve kameradan görüntüleri izliyor.

Arada anons çektiğim kısımlarda ne dediğimi soruyor.

Sonra her kasedin üstüne mühür vuruyor ki.

Havaalanındaki polis el koymasın...

Mihmandar çocuk bize diyor ki...

"İran sizi takip eder... Olumsuz bir haber yaparsanız, bunu bilir ve not ederler"

Azıcık tehdit.

Alıyor ve kabul ediyoruz!

Bu arada...

İran'da adım başı bir Azerbaycan Türkü var...

Dahası...

O günlerde...

Bayern Münih'in ünlü golcüsü...

Ali Dai bir İranlı...

Üstelik Türk asıllı bir İranlıydı...

Yıllar sonra İran Büyükelçiliğinden bir yetkili ile sohbetimizde.

Konu Ali Dai'ye ve onun Azerbaycan Türkü olmasına gelmiş...

O yetkili.

Irkçı bir benzetmeyi anlatınca.

Tepki göstermiştim...

Kafa golleriyle ünlü Ali Dai için...

"Kafasını kullanan tek Türk" diyorlarmış...

Bu bir mantaliteyi yansıtıyordu aslında...

Ama böylesi İsrail mezaliminin konuşulduğu.

İran'ın haksız ve haydutça saldırı altında olduğu bu günlerde...

Bu Irkçı benzetmenin üzerinde çok durmak istemiyorum... 

Yıllar yılları kovaladı...

2018'de...

Çalıştığım televizyon kanalında, İran ve PKK konulu yorumlarımı izleyen bir İranlı diplomat...

Benimle görüşmek istedi...

Çok kibardı...

Ziyaret etti.

Uzun uzun bilgilendirdi...

Sözlerini bir sonraki yayında bir diplomatik kaynak diye aktardım...

Medeniceydi...

İranlı arkadaşlarım hep oldu...

Bize çok benzeyen sıcakkanlı bir tarafları da var...

Ortak özellikleri...

Kafamızdaki imajın aksine...

Aralarında dindar görünen hemen hiç yok.

Seküler bir hayatları var...

Çoğu alkol de alıyor...

Biz mi daha muhafazakarız onlar mı...?

Kesinlikle biz...

Mezhep farkından bahsetmiyorum...

Almanya'ya gittiğimde taksisine bindiğim bir İranlı da...

Ne kadar müslümanlıktan uzak olduğunu...

Büyük bir değişim ve gelişim gibi anlatıyordu...

Sunuş şekli çok dikkatimi çekmişti..

Aşağılık kompleksi barındırıyor.

Batıya toz kondurmuyor.

Doğuyu gömüyordu...

Oryantalistlerin hayalindeki bir tipolojiydi...

Bugün düşününce...

Mossad'ın İran'da ne kadar çok ajan devşirdiğini öğrenmemiz...

Ve puzzle'ın birleştiği yer...

Bana anlamlı geldi...

Genelleme yapmak istemesem de...

Oturdu işte kafamda...

Bu arada.

Aklımda başka bir imaj...

Tahran'da hiç duymadığım ezan sesi...

Hatıra olarak Türkiye'ye götürdüğüm küçük bir taş parçası...

İranlıların namaz kılarkan başlarını değdirdikleri bir taş parçasıymış...

Hikayesi de var da gerek yok...

Ve inanç sistemlerindeki yazmak istemediğim şeyler...

Bekir, Ömer, Osman, Ayşe isimlerine duydukları alerji...

Adeta nefret gibi...

Camilerinde bile söyledikleri acayip laflar...

İmajlar, imgeler ve enstantaneler...

İran ve İranlılar üzerine...

İsrail'e karşı ciddi direnç içindeler...

Takdir edilesi bir durum...

Ama geçmiş de var kuşkusuz...

Suriye'deki tavırları...

Sünni alerjileri...

Emperyalizmin kör ettiği gözlerle...

Şii hilali hayaliyle...

İşlenen cinayetler...

Konuşuruz çok...

Belki yeri değil...

Belki de zamanı...

18 Haziran 2025 Çarşamba

İSRAİL VE YAHUDİLER, UNUTULMAYAN ENSTANTANELER

 


1998 yılının yaz ayları...

28 Şubat cuntasının en kuvvetli komutanı.

Genelkurmay İkinci Başkanı general Çevik Bir...

İsrail'i ziyaret ediyor...

Çalıştığım kurum beni ve bir kameraman arkadaşımı görevlendirdi bu geziyi izlememiz için...

Uçak biletlerimiz, otel rezervasyonlarımız...

Her şey tamamdı...

Seyahate saatler kala Genelkurmay Karargahı'ndan gelen telefon...

"Gitmeyin, kimsenin izlemesini istemiyoruz" şeklindeydi...

Gitmedik, gidemedik tabi...

28 Şubat darbesinin bir numaralı ismi ve darbenin arkasındaki karanlık ülkeye ziyaret...

Bir ay sonra bu kez Genelkurmay Başkanı Karadayı'nın ABD ziyaretini...

Pentagon'da takip etmiş...

Yahudi asıllı komutanın Karadayı'ya taktığı üstün hizmet nişanı törenini bir gazeteci olarak izlemiştim...

Üstün hizmet ve teşekkür...

REFAHYOL hükümetinin doğal olmayan yollarla devrilişinin iki ay sonrasıydı...

Devam edelim...

Aynı yıl...

Uçakla Ankara'dan Bodrum'a gidiyorum...

Bir uçak dolusu gürültülü turist grubu...

Hepsi İsrailli...

Türkiye'de sevildiklerini düşündükleri, Türkiye ile ilişkilerinin zirveye vurduğu dönem...

Geçelim...

Yıl 2007...

Yer Ankara'daki Eski Başbakanlık binası...

İsrail Başbakanı Ehud Olmert'in Ankara ziyareti...

Başbakanlık'taki basın bürosunda çalışırken, bir grup İsrail'li basın mensubu geldi...

Malum...

Teknoloji bugünkü gibi değil...

Telefonlar ise henüz akılsız!

Bilgisayarlar her elin altında yok...

Ben bir dizüstü bilgisayarda çalışırken...

Yanıma yaklaşan İsrailli gazeteci...

İngilizce olarak seslendi...

"Dostum bana bilgisayarını on dakika kullandır, sana yirmi dolar veririm"

Garip garip baktım...

"Gerek yok kullanın" dedim...

Bugün yapar mıydım?

Emin değilim...

Bu tavır...

Tipik bir yahudi tavrıydı...

On yıl sonrası...

Sene 2017...

Eşim ile Kudüs ve Mescid'i Aksa'yı ziyaret ettik tatilde...

Otelimize bir türlü ulaşamıyoruz...

Zira...

Hiç bir taksici bizi bırakmak istemiyor...

Sonunda bir cesur yürek çıktı...

Adresi görmesine rağmen, "bırakırım" dedi...

Sonradan öğrendik...

Otelimiz Doğu Kudüs'te.

Müslüman mahallesinde...

Yahudi taksiciler gitmiyor...

Aynı gezide...

Tel Aviv'de...

Bir plajda...

Eline kelepçe vurulmuş bir adam...

Sürüklenerek götürülüyor...

İki kadın polis tarafından...

Kimse de dönüp bakmıyor.

Tıpkı Kudüs'teki inşaatlara...

Çalınan topraklara bir yahudi yerleşirken.

Bakma ihtiyacı hissetmedikleri gibi...

Bir iki yıl sonrası...

Türkiye'de yaşayan bir yahudi.

Bir meslektaş.

Ben ve eşim Mescid-i Aksa'da fotoğraf paylaştık diye...

Instagram takibinden çıkarmıştı bizi...

Kafamdaki İsrail enstantaneleri arasında...

Ağlama duvarına giderken bana zorla kipa taktırmaya çalışan yaşlı bir adamdan...

Kubbet-ül Sahra'nın yolunu sorduğumuz için yüzünü ekşitenlere kadar...

Neler var bir bilseniz...

İsrail karelerine son verirken...

1990'lı yıllarda bir meslektaşımın sözlerini unutmuyorum...

Meclis'te sohbet ederken...

O gazeteci arkadaş yahudileri ne kadar sevdiğini.

Onların özel bir ırk olarak dünyaya yollandığını anlatırken...

İslam dünyasının geriliği ve pisliğini (!)

Büyük bir iştahla sıralarken...

Nefret sözleri bitince bir Atatürk övgüsü de patlatmıştı...

Sabra ve Şatilla'dan haberi var mıydı?

Ya da 1948'den, 1967'den...

Altı gün savaşlarından...

Toprak hırsızlıklarından...

Bildiğini düşündüğü tek şey...

Arapların yahudilere toprak sattığı hurafesiydi...

Net olan tek şeyse...

Ülkesinden, ülkesinin inancından nefretinin...

Kendisini aşağılık bir cellata aşık etmesi...

Tıpkı bugün bile İsrail'in bir demokrasi olduğunu düşünenler gibi...

Şu sıralarda Meclis'te bu arkadaş...

Bir vekilin danışmanı...

Otuz yıl sonra İsrail'e hala aşık mı...

Bilmiyorum...

Bildiğim şey...

Bir sonraki yazımın...

İranlılarla ilgili olacağı...

Çok ilginç şeyler var kafamdaki notlarda...

Üstelik...

Arayı da açmayacağım...

Bekleyin lütfen...

16 Nisan 2025 Çarşamba

FAŞİZM NEYDİ SAHİ?

 


Dünyanın en aşağılık duygularından birisi...

İçinde yaşadığı toplumun baskın değerlerinden.

İnancından ve kendi atalarından filan utanmaktır...

Bu nefret bazen öyle hale gelir ki...

Aparat bile olursun elin ejnebisine...

Farkına bile varmadan...

Kendi esnafına tüccarına karşı boykotta...

Şurda burda bulursun kendini...

Bazen de...

Kampanyanız için imza vermeyen kişiyi...

Seküler mahallenin ortasında...

Sözlerle taciz ederek.

İfşa etmeye çalışırsın...

Eğitim adına...

Eğitimsizliği överek...

Arka kapıdan dolanmayı...

Ötesi...

Kanun dışılığı yücelterek...

Kökenine...

Söyleyip itiraf edemediği...

İslam ve Anadolu nefretini koyarak...

Azıcık da Atatürk sosu ekleyip...

Üzerine biraz Marx serpiştirip...

Sonra müteahhit çorbasıyla masaya servis ederek...

Yedirirler adama...

Sahi...

Faşizm neydi?

İçi boş elit kimdi?

Elbette cevabı var da...

Devam edelim...

Geçmişe de giderek...

Bu bahsettiğim bir Ortadoğu hastalığıdır...

Esasen Ortadoğu ifadesi bile bu hastalığın parçası olsa da...

Yerine bir şey koyamadığımdan...

Bununla ifade edebiliyorum...

En baskın olarak da bizde ve bizim gibi ülkelerde görülür...

Batıya körü körüne hayranlığın ötesinde...

Ülkesinde yaşayanlara.

Onların milliyetine...

İnancına düşmanlığın zirvesine vardırır işi...

Yabancıların gönüllü köleliğine...

Saray zenciliğine hazır bir tiptir bu...

Onların her sözünü emir kabul edip...

Kendi geçmişini gizlemek için...

Üzerlerine masa örtüsü örtmeye bile hazırdır...

Hala etrafınızda...

En çok ses onlardan çıkar...

Yankı odalarında saklandıklarından...

Çoğunluk olduklarını sanırlar hep...

Bu hastalığın kökleri öyle yaygındır.

Öyle tarihsel örnekleri vardır ki hafızamda...

Mesela...

1999 yılının Ocak ayında...

Cezayir'de...

Bir grup gazeteciyle birlikte Cumhurbaşkanı Demirel'in gezisini takip ediyorduk...

İçimizden birisi...

28 Şubat sürecinin verdiği özgüven...

Ve İslam/Arap nefretinin zirvesinin psikolojisi ile...

Bizi havaalanında karşılayan Cezayirli mihmandarın Fransızca konuşmasından aşırı etkilenerek...

Ona aşık aşık bakmış...

"Ne kadar güzel bak Fransızca konuşuyorlar" bile demişti...

Aşağılık kompleksi.

İçi boş elitizmin zirvesiydi bu...

Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir haber...

Aklıma 1999 yılındaki bu geziyi getirdi.

Habere göre...

Fransa'nın eski sömürgesi Cezayir ile ilişkilerinin bozulması üzerine.

Cezayir eğitimde Fransızca'ya son vermiş...

Sahi...

Yabancı bir ülkede...

Bir ülkenin mihmandarı...

Kendi atasının dili yerine...

Atalarını kesen sömürgecinin dilini konuşuyor diye övülür müydü?

Bizde oluyordu böyle şeyler...

Hala da olur...

Cumhurbaşkanı Demirel'in...

Klasik müzik konserini...

Laikliğin güvencesi olarak algıladığı...

Ya da cuntacıları bu yolla idare ettiği günlerdi...

Bitmedi...

Bir kaç yıl sonra...

Erdoğan iktidarının ilk günlerinde.

Ana akım medyanın önde gelen bir gazetesi...

Başbakan Erdoğan ve bakanlarının başörtülü eşleriyle...

Bazı Arap diktatörlerinin başı açık eşlerinin fotoğraflarını yan yana koymuş...

"Bilin bakalım hangisi Türkiye?" manşetini atabilmişti...

Yozlaşmanın zirvesiydi...

Bin yıl süreceği sanılan...

28 Şubat'ın özgüveni...

Hiç bir şey okumayan...

Slogancı sosyolojinin...

Cahil medyasının elemanlarıydı bunu yapanlar...

Türkiye'de demokratik seçimler yapılırken...

Övülen ülkelerde seçimin s'si bile yasakken...

Sırf başları açık diye....

Halkları inim inim inleyen o diktatörlerin ülkelerine.

Nasıl da yoz bir hayranlıktı bu...

Varil bombalarıyla halkını öldüren "seküler" diktatörleri överken... 

"Bakın biz de saray zencisi olalım"

"Kıyafetimizi ona göre seçelim..."

"Onlar gibi görünelim" diyenlerdi onlar...

Yıllar sonra bizdeki bir belediye başkanının.

Ülkesindeki demokrasi seviyesinden şikayet etmek için.

Seçimlerin yasak olduğu Mısır'daki bir toplantıyı tercih etmesi gibi...

Sahi...

Faşist kimdi?

Devam edelim...

Yine bir yurtdışı gezisi...

Gazeteci arkadaşlardan bazılarının.

Sırf modernite adına...

Göstere göstere domuz eti yedikleri sıradan gezilerden birisi...

Muhafazakar olduklarını bildikleri tek tük gazeteci arkadaşları...

"Siz neden bu kadar tutucusunuz" diye sürekli taciz ederek...

Yedikleri Frankfurterin lezzetini...

İfade edecek kelimeyi bulamadıkları günlerdi...

Sırf İslam'da yasak diye...

Brüksel'de kurutulmuş domuz eti arayıp evine götüreninden...

Ve bununla övünen...

Cahiller sürüsüydü...

Rakı bardağıyla cumhuriyetin laiklik ilkesini.

Kafalarında kurguladıkları "Atatürk" imajını savunmak gibiydi...

Siz onların bu yaptıklarını azıcık eleştirseniz...

Yediklerine, içtiklerine.

İnançlarına, mezheplerine ya da inançsızlıklarına dönük...

Azıcık espri yapsanız...

Sanırım dönemin sözde "sağ" iktidarı bile....

Üstelik medyada bile yaşatmazdı sizi...

Zaten bu tarz bir densizliği o kesimden yapan da çıkmazdı...

O dönemler...

İktidarlar sağ...

Ama o iktidardakilerin yaranmak istediği medya soldu...

Bu arada sakın yanılmayın...

Sol derken.

Evrensel anlamda bir sol değil...

Bize özgü...

Ayrımcı, ayrıcalıkçı...

Halkından nefret eden...

Gettocu...

Okumayan...

"Ayol her yeri de bu bademler sardı"cılar...

Sol sanılıyordu o günlerde...

Sahi...

Neydi bu...

Faşizmin resmi miydi?

Devam edelim...

1996 yılında...

Başbakan Mesut Yılmaz ile Bakü ziyaretinde...

Havaalanında kurban kesilerek karşılama yapılınca...

Başbakanlık için tahsis edilen otobüste...

İslamı ortadan kaldırmanın gerekliliği...

Ve İslamın aslında bir vahşet olduğu...

Dönemin palazlanmış gazetecileri tarafından...

Rahatlıkla dile getiriliyordu...

O gün makbuldü bu insanlar...

Hala da öyleler bakmayın siz...

Sadece biraz utangaçlar...

Bir şekilde tutunuyorlar bu döneme...

Tutunmaları.

Onları birilerinin tuttuğu anlamına da geliyor.

İşin bu kısmı da bir yara ya...

Neyse orayı kaşımayacağım.

Sadece şunu söyleyeyim.

Geçmişin bu hızlı faşist 28 Şubatçılarına.

Bugün de bir yanaşın...

Bir sorun bakalım.

Başörtüsü nefretinden.

Amerikan hayranlığından.

İsrail severlikten....

Neler neler söylerler...

Ha bu arada...

Bu kof hayranlıkları filan...

Derin bilgiye, okumaya da dayanmıyor...

Sadece İslam nefreti...

Erdoğan nefreti...

Kendi milletinden nefret...

Ötesi değil...

Erdoğan Gazze'yi dilinden düşürmüyor diye...

İsrail'i sever.

Onları destekleyen ürünleri tüketirler...

Sözde Atatürk fetişleri de...

Kafalarında oturttukları Atatürk imajı...

Bir parti otobüsünde PKK marşı söylemekten zarar görmüyor...

Ortadoğu'yu sömürenlere hayranlıkla da zarar görmüyor...

Üstelik...

Atatürk fetişi ile...

Gözlerine inen perde...

Yolsuzluk, hırsızlık iddialarını bile karartıyor...

Biz "iddia" derken...

"Darbeci" oluyoruz...

Onlar ortaya saçılan yenilmez yutulmaz iddialara bile...

Aşırı bir özgüvenle "Yalan" diye karşı çıkıp...

İşi darbe iddiasına kadar götürürken...

Her zamanki gibi...

Müesses nizamın.

"Registered" elemanı olup.

Makbul görünüyorlar...

Arkadaşlarıyla börek çay tüketen çakma sarışınların...

"Ay ayol ülkede demokrasi yok... Baksana neler yapıyorlar" diyerek...

Olayın iç yüzünden bir haber...

Cahillikleri ile mutluluk harmanlayıp...

"Nusret ve Audi"ye boykot" gibi...

Dünyanın en saçma eylemiyle keyifleniyorlar...

Sahi...

Hukuk neydi...?

Demokrasi...

Faşizm neydi?

Toplumsal alana başörtüsü sokmamak...

Başı örtülü birisine...

"Kara Fatma" diye hakaret etmek...

Sahi.

Kimin işiydi...

Bizdeki soruşturmalardan kafalarında yarattıkları "cunta başı"nı sorumlu tutup.

Fransız basınına şikayet ederken.

Aynı gün.

Le Pen'in yolsuzluktan siyasi yasak alıp.

Lyon Belediye Başkanı'nın hırsızlıktan tutuklanması...

Normalde onlar için utanç verici değil miydi yeterince?

Sahi neydi bunlar?

Fransız yaparsa, doğrusunu yapar...

Bizde olursa darbedir "miydi?"

Bu kulaklar duydu bunları...

Çok uzattım farkındayım...

Son bir olay anlatayım...

2017 yılıydı sanırım...

İngiltere Başbakanı Türkiye'yi ziyaret etmiş...

Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Külliye'de görüşmüş...

BBC muhabirlerinden birisi...

Sırf espri olsun diye...

"Erdoğan'ın sarayı altından, trabzanları klozetleri hepsi altın kaplama" diyerek...

Fotoğraf çekip...

Sosyal medyaya koymuştu...

Bazı hükümet yetkilileri de İngiliz muhabire yine sosyal medyadan cevap vermiş...

"Bunlar da Cumhurbaşkanlığında görevli polisler... Kalpleri altından" diyerek BBC muhabiriyle kafa bulmuşlardı...

O günün akşamında bir grup gazeteci yemek yiyorduk...

Aramızdaki malum sosyoloji mensupları...

BBC muhabiri için dövünüp dururken...

"Zavallı kızı linç edecekler" diye onun adına üzülürken...

Bizimle o yemekteki bir İngiliz arkadaş.

Bu malum sosyolojinin gavur hayranlığını da tam kavrayamadığından.

Anlayamadığı bir konuyu sorma ihtiyacı hissetti...

"Arkadaşlar sahi... Erdoğan'ın sarayındaki her şey altın mı" diye sordu...

İçimizdeki saray zencilerinden birisi ne cevap vereceğini şaşırdı...

"Yok gerçi ama hık mık" derken...

O İngiliz gazeteci arkadaş tekrar sözü aldı...

"O zaman bu bir yalan... Neden bu işin üzerinde tepiniliyor... Sarayda altın filan yalanmış demek ki? BBC'nin saçmalığının üzerinde neden kimse durmuyor" deyiverdi...

Bir suskunluk oldu...

Sonuçta söyleyen İngilizdi...

Yandaş ya da AKP'li olamazdı...

Cahil olmadığı da ortadaydı...

Konu orada kapandı...

Azıcık tebessüm ettim...

Sahi...

Faşist kimdi?

Faşizm neydi?