19 Kasım 2024 Salı

THK GELECEĞE KOŞUYOR…

 


Dile kolay 99 yıllık kurum.

1925 yılında Atatürk tarafından kurulmuş olan Türk Hava Kurumu...

Bizim çocukluğumuzda ailelerimizin karınca kararınca bağış yapmak için çırpındıkları, cumhuriyetin en önemli kurumlarından birisiydi.

Tıpkı Kızılay gibi.

Zaman içinde bir şeyler yaşadık da.

Uzun uzun yazmayalım.

Kuruma güven anlamında çok sıkıntılı haberler okuduk.

Bir kısım yönetici görevinden uzaklaştırıldı.

Davalar açıldı.

Oysa iyi yönetilseydi...

Öyle büyük hizmet potansiyeli var ki burada...

THK hem pilot hem yer personeli yetiştiriyor.

Sadece bu pozisyonlar için değil, havacılık için bütün yan personel de bu kurumun üniversitesinde yeşeriyor.

THK'nın o denli büyük bir kampüsü var ki...

Kayyum Heyeti Başkanı Vali Kemal Yurtnaç, "Böyle bir örnek dünyada yok" diyor...

Nasıl olsun.

Pilot yetiştirme, uçak tamir ve bakım birimleri, içinde bir kaç fakülte olan üniversitesi, meslek yüksekokulları, yangın söndürme helikopter ve uçakları ve bunun yan teknolojilerini sağlayan bir çok birim...

THK'da yok yok aslında ama...

Zaman içinde kötü yönetimin her örneğini de gördü burası...

Olağanüstü kötü anlaşmalar, israf ve adını koymayayım da siz tahmin edin, başka başka işlerle kurum 2019 yılında tam 140 milyon dolar borçlu hale getirildi...

Dahası...

THK imajı da alt üst edildi...

Dönemin bakanlarından birisinin ifadesiyle.

"Tabut" olarak adlandırılan uçakları, bırakın yangın söndürmeyi kalkmak için bile uygun değildi...

Gerçek böyle miydi?

Yoksa böyle görünmesi, bu hale getirilmesi mi istenmişti birileri tarafından?

Dahası...

THK idealist bir kadroyla yeniden ayağa kaldırılabilir miydi?

2019'da devlet buraya el koydu.

Yönetime kayyum heyeti atandı.

Son kayyum heyetinin başında tecrübeli Vali Kemal Yurtnaç var...

Bu gibi işlerde kurumları ayağa kaldırma üstadı da olan Kemal Yurtnaç anlatıyor...

"140 milyon dolar borç o yıl içinde 40 milyon dolar daha artacaktı. Çünkü yangın söndürme uçak kiralama işinde yanlış firmalarla iş birliğine gidilmiş... Rusya'dan uçak kiralamışlar... 50 bin dolarlık kiraları 10 bin dolara yapabildiğimizi gördük. Firmaları değiştirdik... Borcumuz 180 milyon dolara çıkmadı... Tersine 120 milyon dolara indirdik"

Yurtnaç daha yapılacak çok işleri olduğunu söylüyor...

Bu kadar borçla nasıl ayağa kalkılır?

Öncelikle THK'nın malı mülkü var.

İstanbul'da 272 odalı bir oteli bile var.

Ama öyle acayip anlaşmalarla, 30-35 yıllığına kiraya verilen yerler var ki...

Kurum kazanacağı parayı adeta çöpe atmış geçmiş dönemde...

Mesela bu gayrimenkullerle ilgili davalar açılmış.

Kiralar yakında gerçek değerine yaklaştırılacak.

Bazı atıl mülkler satılacak.

Geçmişte 15 milyon dolara alınıp, bir milyon dolara elden çıkartılan uçaklar da olmuş...

Bu gibi uygulamalar artık yok.

Yangın söndürme uçakları artık uçuyor, talimlerini yapıyor, yaz aylarına hazır hale getiriliyor. Çünkü bakımları düzenli yapılıyor...

8 uçaktan beşi şimdi hemen uçabilecek durumda.

Geçmişe hep götürüyorum sizi kusura bakmayın.

Ama mecburum...

THK'da geçmişte öyle garip anlaşmalar yapılmış ki mesela...

Kiralama için en az beş ton su haznesi olması şartı getirilmiş uçaklar için.

Oysa ki THK'nın Kanada malı uçakları bundan 50 litre daha az, 4 ton 950 kiloluk hazneye sahip...

Böyle olunca da Rusya'dan filan uçak kiralanmış.

Tabi araya girenler de kazanmış.

Sonrası malum!

Buranın kendi uçakları.

Bile bile atıl hale getirilmiş sanki...

Böyle ince işçilikler görülmüş eskiden!

Bunlar bir bir düzeltiliyor artık.

Uçaklar Kanada malı.

Böyle olunca da.

Bakım için, tamir için Kanada'dan malzemeler bekleniyor...

Onlar gelince de tamirler, bakımlar kolayca yapılıyor...

Aslında bu malzemeleri biz de yapabiliyoruz.

Hatta daha iyisini de...

Çok daha ucuza...

Ankara Ostim'de yaptırabilirsiniz...

Ama...

Bunları uçaklara takmanıza izin verilmiyor...

Uluslararası kurallar gereği.

Burada ben de bir yorum yapayım...

İşte bu uluslararası emperyalizmin bir uzantısı...

Neyse...

Uzun hikaye...

Oraya girmeyelim.

Ha bu arada...

THK Üniversitesinin meslek yüksek okullarında...

Sadece bu orman yangını söndürme uçaklarını kullanmak için bölümler var...

20 ayda mezun olunabiliyor.

Size bir sır...

Çok verimli bir iş sahibi oluyorsunuz.

Sağlığınız da el verirse tabi.

Bir de başarılı olursanız elbette...

İşsiz kalmadan, üstelik sıkı durun, 15 bin euro maaş ile işiniz neredeyse hazır.

Zira bu özel bir alan... 

Yani jet süren, yolcu uçağı süren pilot farklı...

Bununki ise çok farklı.

Birbirlerinin uçaklarını süremiyorlar. 

Farklı uzmanlık alanları...

Buradaki uçakları sürecek pilotlar maalesef yeterince olmadığından...

Bu işe ehliyetli dört de yabancı pilot var THK bünyesinde.

Zaten bu bröveye sahip olunca dünya çapında sırtınız yere gelmiyormuş.

Benden söylemesi...

Bu arada...

THK Başkanı Yurtnaç'ın çok kibar davetinde.

Uzun uzun sohbetin ardından.

Meslek büyüğüm Emin Pazarcı yazısını yetiştirmek üzere ayrılırken.

Başkan Yurtnaç'ın teklifi üzerine...

Diğer meslektaşım olan Bengü Türk TV Genel Yayın Yönetmeni Ünal Kaya ile birlikte...

Simulasyonla uçak kullanmayı denedik.

Size bir sır daha...

Uçak kullanmak acayip zor.

Azıcık heyecanlansanız, eliniz titrese işi mahvediyorsunuz...

Uçağı ben mi indirdim, yoksa yanımdaki hoca mı...

Çok emin değilim.

Ünal ise çok başarılıydı...

Sanki ilk sürüşü değildi!

Bu arada...

Bize bu güzel günde eşlik eden ve bu buluşmayı organize eden, THK'daki meslektaşım Mehtap Sürücü'ye de binlerce teşekkür...

4 Kasım 2024 Pazartesi

ZİHNİMİZ KİME AİT?

 Rocky-4 filmini bilirsiniz...

ABD'li boksör Rocky Balboa.

Duygusuz bir hayvan olarak resmedilen.

Sovyet boksörle dövüşmüştü hatırlarsınız... 

Rocky'yi canlandıran Slyvester Stallone...

Ailesi ve hayatıyla...

Amerikan rüyası ve duygularıyla.

Sonuna kadar desteğimizi almıştı arkasına...

Onlar bizi hiç bir zaman tam olarak kabul etmese de.

Biz onları alıp kabul etmiştik...

Zihnimiz de böyle böyle inşa edildi aslında...

Bizim kafamızda o günlerin Sovyetler Birliği...

Karanlık, duygusuz, çatık kaşlı ve düşmanken...

ABD ve batı bloku...

Olabildiğince, renkli, insancıl, güler yüzlü, coşkulu...

Ve vicdanlı diye düşündürtüyordu kendisini...

Oysa yüzyıllarca sömürgecilik ve işgal.

Dahası.

Soykırım yapıp yerlilerin topraklarını gasp edip.

Başka ülkelerde atom bombasını bile kullanıp...

Irkçılık yapıp, köleleştirdiği insanlara zulümler uygulayıp.

Hırsızlıkla elde ettiği zenginliklerin de yardımıyla.

Harika şehirler inşa edip...

Müthiş refahlar yaratanlar da...

Onlar ve kuzenleri Anglo-saksonlar değil miydi?

Yoksa bütün bu mezalimi yapan Sovyetler miydi?

İnsanlık dışı makinalar...

Hukuksuz, demokrasi karşıtı, servet hırsızları...

Moskova yönetimi miydi?

Şüphesiz Sovyetler'i...

Stalin'i filan sütten çıkmış ak kaşık yapmayacağım...

Ama demem o ki...

Zihnimiz kodları batı yanlısıydı...

Kayıtsız şartsız...

Daha ilkokul dördüncü sınıftayken...

Yapılan münazarada...

Konuşma konum olan Sovyetler Birliği'ni anlatırken...

O günlerde yararlandığım ansiklopedilerin vurguladığı gibi...

Bakü Sovyetlerin başlıca petrol kentlerinden biriydi...

Nato namluları da haklı olarak oraya dönüktü.

Esasen orada Türk falan olduğunu da kimse bize söylememişti...

Zaten Sovyet Rusya, içinde canavarların barındığı...

Sıkı sıkıya kapalı korkutucu bir kutuydu... 

Tabi ki böyle anlatmıyordu da...

Böyle anlıyorduk okuduklarımızdan.

Neyse ki ABD ve Atlantik düzeni filan.

Bizi koruyordu da...

Komünistlerin işgaline uğramıyorduk...

Ansiklopedinin ya da bizim kaynak kitaplarımızın.

Neresini okusanız bunu çıkarıyordunuz...

Bir kafa inşası planı vardı...

Tıpkı bize yardımcı olarak önerilen ansiklopedide...

Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak sundukları gibi...

Böyle böyle elde edildi jenerasyonların zihinleri...

Seksenli yılların başlarında batı hayranıydık.

Daha çok da Amerikalıların.

Hatta batı karşıtları bile.

Gizliden gizliye onlara gıptayla bakarlardı...

İlerde çıkacakları "sol" yolculuklarında bile "batı" rotasını takip edeceklerdi zira...

İşte o başlangıç yıllarında...

Hep Amerikan filmlerini izlerdik.

Harçlıklarımızı biriktirerek gittiğimiz sinemalarda...

Tüm enstantaneleri kafamızda biriktirir.

Filmi görmeyen arkadaşlarımıza ağzımızı şişire şişire anlatırdık...

Ankara'daki Jussmat üssündeki Amerikan askerlerinin.

Alışveriş yaptıkları yerleri.

Kotları, kolaları, spor malzemelerini biz de edinmeye uğraşırdık.

O günün tek kanallı siyah beyaz televizyonunda.

Daha çok ellilerin altmışların Amerikan filmlerini bile izlerken...

O geniş, rahat, müreffeh hayatları ve aşkları izlerken...

Bize gösterilmek istenen şeyler...

Atom bombasıyla cezalandırılan Japonlar değildi kuşkusuz.

Sopsoğuk uzak durulması gereken.

Soğuk savaşın Sovyetlerini...

Konuşmaktan bile korktuğumuz komunizmi...

İran'ın aslında olmayan ancak.

Dönemin matbuatı tarafından sürekli pompalanan "bize rejim ihraç edecekler" teranesine...

Filmlerden, kitaplardan, gazetelerden maruz kalırdık... 

Şeriat öcüsü, komünizm gulyabanisi bir yanda...

Kola kutusu, güzel yaşam, sinema, patlamış mısır, beyzbol topu diğer yanda...

Geniş arabaları geniş ve bahçeli evleri gözlerimize sokanlar...

Vietnam'da vahşileri ehlileştirirken...

Bir yandan da geri kalmış ülkelere demokrasi getirirken...

Başka haltlar da karıştırdıklarını görmemizi isterler miydi ki?

Bugün de çok şey değişmedi aslında...

Zihniminiz öyle bir kodlanmış ki...

Bağımsız yayın organlarında gördüğümüzü bile doğru okuyamıyoruz artık...

Geçtim Gazze'yi, Lübnan'ı, İran'ı...

Gürcistan'daki seçimleri izlerken bile...

Batının lanetlediği Gürcü Rüyası partisinin birinciliğini...

Zihnimizde illegalize etmekten kendimizi alıkoyamıyoruz...

Seçim sonuçlarını protesto için halkı sokağa davet eden...

Ülkenin batı yanlısı Cumhurbaşkanı'nın aslen Fransız vatandaşı olmasını...

Hatta eskiden Fransa'nın Tiflis büyükelçiliğini yapmış bulunmasını filan...

Hiç mi yadırgamıyoruz?

Bunda bir saçmalık olduğunu ne kadar az görüyoruz...

Sokaklarda turuncu devrim benzeri gösteri yapanları...

"Özgürlükçü gençler" olarak kodluyoruz zihnimizde değil mi?

Bizim görmemiz istendiği gibi...

Karşı tarafın da, "Rusçu" ve demokrasi dışı aktörler olduğunu anlayabilmemiz gibi!

Neden Gürcüler, Çinliler, İranlılar batıya yatmıyor diye düşünenlerimiz hiç az değil eminim...

Batıya yatınca ne olacak sahi?

İsrail'e de yatmış olacak...

İsrail'in demokrasiyle filan ilgisi var mı?

Yok da.

Bize gösterilen.

Seküler bir toplum.

Zaman zaman esirlerini kurtarmak için protesto yapar gibi görünen...

Soykırımcılığı legalize edip kutsayan...

Kötü kokan bir yığın...

Ama böyle görmemiz istenmiyor...

Onları oldukları gibi görsek bile...

Zihnimizdeki kodlar hemen devreye giriyor...

Hata veriyor...

Esasen o kodlar.

Hayata ve insanlığa bütün bakışımızı şekillendiriyor. 

Tayvan-Çin meselesine bakışımızı da etkiliyor...

Çin'i tehdit olarak algılatıyor mesela...

Gün gelecek her şeyimizi, bütün pazarımızı alacaklar diye...

Zaten alttan alta bize de...

"Doğu Türkistan'ı unutma" filan diyorlar...

Uygur Türklerini çok sevdiklerinden mi?

Elbette değil...

Çin ile aramızda krizler çıksın diye...

Oralara yanaşmayalım diye.

BRİCS'ten de...

Diğer yakın organizasyonlardan da uzak duralım diye...

Dünyanın o kısmında bir tehdit algılamamız sağlanırken...

ABD-İsrail-Batı blokunun bölgemizdeki fiili işgali...

Terörü/soykırımı açıktan desteklemesi...

Geçiştirilecek küçük mesele gibi kodlanıyor...

Kuzey Kore liderini...

Tehlikeli, sıra dışı, diktatör, evlerden uzak bir karakter olarak görüp.

Yedi bin kilometre menzilli olduğu söylenen füzelerini.

Büyük korkuyla izlerken de...

O kodların etkisindeyiz...

Güney Kore'ye gönderdiği çöp balonlarını da tiksinerek izliyoruz haklı olarak...

Tiksinilecek daha büyük şeyleri de göz ardı ederek...

Görmemiz istendiği gibi...

Yine Kuzey Kore liderinin Rusya'ya gönderdiği 7-8 bin askerinin.

Ukrayna ile savaşmasının bizi dehşete sürüklemesi istenirken.

ABD'nin binlerce kilometre öteden gönderdiği, 45 bin askerinin coğrafyamızda olmasını...

Üstelik soykırım nöbetçiliği yapmasını.

Günlük hayatın doğal akışı gibi görebiliyoruz...

Mahallenin kabadayısına kafa tutmak ne haddimize...

Holywood gülüşlü adam ve kadınların yanında olmak varken...

İslami ekstremizm, IŞİD, komunizm, Rusya, Çin tehdidi, Pyongang yönetimi, Tahran'daki füzeler bize korku tüneli gibi sunuluyor...

Hep bizim adımıza düşündüler zaten...

Şablonu verdiler.

Dışına çıkmamızı yasakladılar....

Hoş...

Biz de çok mütemayildik buna...

Hani İsrail'le savaşmanın kodlarımızda olmadığını söylüyordu ya birisi... 

Suçu da yok aslında.

Testinin sızdırdığı su misali...

Tornası böyle.

Kodları böyle...

29 Ekim 2024 Salı

CUMHURİYET HEPİMİZİN…

 Çok yaşa cumhuriyet.

Nice 101'lerce kez yaşa...

Ama hepimizin bayramı olarak...

Birilerinin tekeline girmeden.

Atatürk'ün yaptıklarından bir haber olup da.

Sadece ve sadece.

Mavi gözünden.

Fotoğraflarından derin anlamlar çıkarıp.

Kendileri gibi görünmediğini düşündükleri...

Çok geniş kesimlerin.

"Cumhuriyet düşmanı" olduğunu ima edenlerin değil...

Hepimizin bayramı...

Sadece "bize ne Araplardan, Filistin'den" diyenlerin değil...

"İsrail bize saldırmaz, kodlarında yok" diyenlerin de değil...

Tıpkı Atatürk gibi...

Mazlum halkların arkasında.

Ve Atatürk'ün...

O milletler için de.

Bir lider olarak davrandığının bilincinde olanların da bayramı.

Cumhuriyet'i....

Dahası...

Gerçekten dedelerini bu mücadeleye feda edenlerin.

Kerpiç evlerinde şehit çocukları için asılan bayrağı dalgalandıranların...

Onların da Cumhuriyet'i...

Onların da bayramı...

Hiç bir tarih bilgi ve birikimi olmadan.

Atatürk'le ilgili tek kitap okumadan.

İlköğretim öncesi bilgisiyle.

"Atam da büyük adammış" diye elinde kadehle kutlama yapanların değil sadece...

Atatürk ve silah arkadaşlarının yaptıkları için.

"Allah razı olsun" deyip.

Gözü yaşaranların...

Ülkesini en zor zamanında bile...

Üç kuruş için terk etmeyenlerin...

Darbecilere karşı sokağa çıkıp.

Göğsünü siper edenlerin de bayramı...

Darbecilerin şerefine kadeh kaldırıp...

Tankları alkışlayanların.

Alışveriş ve bankamatik sırasına girenlerin değil...

Darbeciler yenilince...

"Zaten hepsi danışıklıydı" filan deyip...

Kendilerini rahatlatan...

Neredeyse her imkanları devletten olup...

Ortamlarda hıyanet edenlerin.

Aşağılık komplekslilerin değil sadece...

Yiyecek bir lokma ekmeğine rağmen.

Ülkesinin ufacık bir başarısıyla iftihar edenlerin...

Türkiye'nin teknolojisiyle...

Silah gücüyle.

Kaydettiği aşamalardan gurur duyanların Cumhuriyet'i...

Ve bayramı...

"Cumhuriyetin vizyonu silah ve Siha olmamalıydı" diyenlerin değil sadece...

Ülkesinin potansiyelini...

Ve gelecek güzel günleri düşleyenlerin.

Ankara Polatlı'ya kadar gelip.

Ülkeyi işgal eden güçlerin meftunu olanların değil sadece...

"Muasır medeniyet" ülküsünü.

"Batıya biat" olarak algılayanların da değil...

Hakkı hukuku haykıranların...

Gazze için gözyaşı dökebilenlerin de Cumhuriyet'i...

Güzel Cumhuriyeti...

Kutlu olsun Cumhuriyet bayramımız.

Hepimizin bayramı...

16 Ekim 2024 Çarşamba

İSRAİL, CEHALET VE SÜRÜLEN TARLALARIMIZ…

 "Bir de İsrail gelsin bakalım" dedi bana...

"Anlamadım" diye karşılık verdim...

"İsrailliler gelsin. Biraz da onlar yönetsin. Daha kötüsü olmaz ya"

Şöyle bir baktım...

"Bizim ülkemizi mi?" diye sordum, karşı tarafın korkunç cehaletini bir an görmezden gelerek...

"Evet ne olacak ki?" dedi ve sırıttı...

Toplumun alt tabakalarından gelmiş biriydi...

Etrafındaki cahil beyaz yakalılara yaranmaya çalışan.

Hemen hiç bir konuda...

Derinlemesine bilgiyi bırakın.

Malumatı bile olmayan...

Çoğu zaman dikkate de almadığım.

Ama.

Bir karşılaşma anında...

Dayanamayıp cevap vermiş bulunduğum biri...

Tv programlarına çıktığımı bildiğinden sanırım...

"İsrail gelsin" diyebildi.

Aklınca tahrik etmek istedi...

Yaşından başından utanmadan sırıttı...

Esasen...

İsrail tehdidi bizim için vardır, yoktur...

Ayrı tartışma konusu.

Ama "İsrail gelsin" ne demek Allahaşkına...

Bu kadar mı sürüldü tarlalarımız?

İşin siyasi boyutu umrumda değil...

Ama asgari vatan sevgisi...

Asgari toprağa bağlılık...

Onları geçtim...

Minimum insanlık.

Nerede sahi?

Ha bu arada...

Bir sonraki sözü de...

Sokağın okumuş cahillerinin söylediği...

"Araplar da bizi arkamızdan vurmuştu zaten" şeklindeydi...

Ardından da...

Okul öncesi düzeyinde bir Atatürk güzellemesi...

Kafanız karıştı di mi...?

Karışmasın...

Zira bu sosyoloji.

Tarih bilmeden.

Coğrafya, kültür, vatan bilincinden yoksun...

Şablonlarla idare ederek...

O kadar stratejik zehirlendi ki...

Düşünsenize....

Çağın en büyük katliamını kafasında legalize edip...

Yanan çocukları düşünmeden...

Yastığa kafasını koyup uyuyor...

Konforlu hissediyor çünkü.

Eğilerek girdiği ortamlardan kulak misafirliği yapıyor...

Çoğu zaman laflarına bile müdahale edemediği...

Kendisini tavırlarıyla aşağılayan o insanların fikirlerini.

Kopyaladığını düşünerek.

Bir öteki aşamaya geçiyor.

Çocuk yakan katliamcıları.

Sırıtarak ülkesine çağırıyor...

Hayatını böyle sürdürmüş.

Başkaca yöntem bilmiyor...

Düşünmeyi, vicdanını öyle bir devreden çıkarmış ki...

Empati kurmak yerine...

Kendisine benzeyenden nefret edip...

Ev zencisi olmaya çalışmak...

Onun yaşam biçimi olmuş...

Darbeye de inanmıyor.

Soykırıma da...

Çünkü içinde yaşadığı.

Ekmeğini yediği.

Çocuklarını yetiştirmesini sağlayan.

Emekli maaşını afiyetle yediği devleti de sevmiyor.

Muhaliflik adına inanç düşmanlığı da yapıyor...

Onun için bir şey ifade etmese de...

Arkaik düzeyde bir ırkçılık da...

Bu arada...

Bu ev zencisi arkadaş...

İki çocuğunu okutmuş.

Birini işe sokmuş.

Diğerinin üniversitesi bitip stajı başlamış...

Onlar için torpil arıyor...

İlki işe girse de...

Sürekli arayışta olduğundan.

Ona da başka torpil bakıyor.

Başka yere zıplatacak.

Oradan daha başka yere...

Oradan da daha başka...

Hiç çalışmayacağı...

Altmış beş yaşına kadar yatacağı bir iş bakıyor çocuğuna...

Tercihen kamu...

O nefret ettiği...

İsrail'in işgalini dilediği ülkenin kamu sektöründen...

Velhasılıkelam...

Allah bize bir bela vermiş...

7 Ekim ağıtları yakan gazeteciden...

Araplara "çöl faresi" diyerek katliamı meşrulaştıran sanatçıdan...

"İsrail terörle mücadele ediyor" diyen akademisyene.

Ve mesleğini yazmayacağım bu mahluka kadar...

İfade özgürlüğü zirvede...

Ama insanlık nerede?

Ülkesine vefa nerede?

Sahi...

Nereye gönderdik onları?

17 Eylül 2024 Salı

ORWELL BİLE BU KADARINI DÜŞÜNEMEDİ!


İsrail'in Lübnan ve Suriye'de çağrı cihazları merkezli dijital saldırısı...

Kafamızdaki bütün güvenlik, muhabere, komplo konseptlerini alt üst etti...

Çok değil...

Bir kaç on yıl önce...

Bu tarz saldırı ihtimallerine ilişkin.

Komplo cümlelerini kuranlar.

Sohbetlerde marjinalize edilirlerdi...

Artık hepimizin.

Tabiri yerindeyse noktasal hedefler olduğu günlere geldik...

Güvenlik ve güvensizlik iç içe...

Ruhumuz da...

Dünyamız da...

Şeytanlara emanet...

Oysa bu tarz ihtimallere karşı tedbirler ve istihbarat örgütlerinin marjinal paranoyaları...

Bizim için sadece bir eğlenceydi geçmişte...

Hiç unutmuyorum...

1999 yılının Kasım ayıydı.

Ecevit koalisyon hükümeti dönemiydi...

ABD Başkanı Bill Clinton'ın Ankara ziyaretini takip eden gazetecilerden birisiydim.

Gezi öncesi emniyet kaynaklarından aldığımız bilgiler o gün için şaşırtıcıydı...

ABD'lilerin 900 güvenlik görevlisiyle Ankara'ya gelmeleri.

Clinton'ın konuşma yapacağı TBMM'ye kendi güvenlik ekipleriyle girmeleri.

Bizdeki elektronik kapıya bile güvenmeyip.

Kendileri ayrı bir arama sistemi kurarak.

Sadece gazetecileri değil.

Milletvekillerini de arayarak içeri sokacak olmaları...

Dahası...

Genel kurul salonuna ABD Başkanı'nın korumalarının da girmeleri isteniyordu...

Her türlü teamüle aykırıydı...

O gün için.

Türkiye'de Cumhurbaşkanı ve Başbakan dahil kimsenin korumaları içeri giremiyor.

En fazla izleyici localarında oturabiliyordu...

Sonrasında verilen bilgiler bizim için daha ilginçti...

Clinton dublörüyle gelmiş.

Katılacağı her programa iki makam aracıyla gitmişti...

Birisinde dublörü birisinde kendisi...

Kalacağı yer sır gibi saklanmış...

Hilton oteli bilgisi verilse de...

O yollar kapalı olduğundan.

Sonradan otele gitmediği de anlaşıldığından.

ABD elçiliğinin rezidansında kaldığı düşünülmüştü...

Ötesini söyleyeyim...

Dikkatli bir ifade ile...

ABD Başkanı'nın kakasının da...

Evet güleceksiniz ama...

Kakasının da paketlenerek ABD'ye götürüldüğü belirtilmişti...

Ona bile stratejik anlam yüklenmişti...

Dışkı ve idrarların başka ülkelerin eline geçmesinin...

Başkana ilişkin gizli sağlık bilgilerini açık edebileceği düşünülmüştü...

O günlerde...

Roman gibiydi yazdığımız haberler...

Televizyonda yaptığımız yayınlar...

Çok keyif alıyor...

"Bu Amerikalılar da işi iyice filme döktüler" diyorduk...

Henüz o denli şizofren değildik.

Bize garip gelen.

Magazinel bir çok ayrıntı vardı...

Meslek hayatımda çok özel günlerdi...

Aslında.

Çok şey de öğrenmiştim.

Sonrasında Obama'yı da izlemiştim 2009'da ama.

Sanki bu denli sansasyonel değildi...

Yine 1990'lı yıllara götüreyim sizi...

Ankara'daki İsrail büyükelçiliğine bir program için çağrılmıştık...

Üzerimizdeki bir çok şeyi çıkartıp.

Ellerindeki cihazlarla aramışlar...

O gün için şaşırtıcı şekilde...

Ayakkabılarımızı da çıkarttırmışlardı...

Anlam verememiştik de.

Henüz politik tansiyon o denli yüksek olmadığından...

Gülüp geçilmiş...

Çıktığımızda çok konuşup eğlenmiştik...

Basit bir paranoya mıydı?

Anlıyoruz ki değilmiş...

Zira FETÖ'nün 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında...

Belki iki ya da üç gün sonrasında...

Cumhurbaşkanlığı'na girişimizi hatırlıyorum...

Haklı olarak...

Kalemlerimiz bile toplanmış...

Bize görevlilerin verdiği kağıt ve kalemlerle içeri girebilmiştik...

Nasıl arandığımızın diğer ayrıntılarını anlatmıyorum...

Zira...

O günün psikolojik şartları açısından normaldi...

Zamanı ileri geri sarmaya devam...

2001 yılına gidelim...

İsrail milli günü resepsiyonu için Sheraton oteldeydik...

Otelin mutfağı...

İsrailli güvenlikçilerin kontrolü altındaydı...

Bugün ilişkilerimiz böyle olmasa bile...

Gelip o kadarını yapabilirler miydi yine...?

Çok emin değilim...

Nihayetinde orası onların değil.

Türkiye'deki bir otel!

Yine aynı tarz aranan konuklar.

Hatta otel müşterileri de buna dahildi...

Hatırlıyorum haber yapmıştık...

Her nasılsa bunu sorun etmemişti kimse......

Garsonlar...

Her yiyecek getirişlerinde...

Tekrar tekrar.

Üstelik çok bireysel mahremiyete saldırı anlamında aranıyorlardı...

Her neyse...

Bizim için.

Güvenlik konseptlerinin.

Komplo anlayışımızın.

Değiştiği bir numaralı olay, şüphesiz 11 Eylül 2001 tarihiydi...

Muhabirlik günlerimiz tabi...

Başbakanlık'ta o sırada Ecevit başkanlığında bir toplantıyı izliyorduk.

Gazeteciler için ayrılan camekanlı bir bölümümüz vardı...

Başbakanlık basın bürosunun televizyonunda izlemekte olduğumuz o 11 Eylül'ün ilk görüntülerinin...

Gerçek mi, yoksa bir bilim kurgu filmden mi alıntı olduğunu uzun süre anlayamadık...

Bildiğimiz bir şey vardı...

Bize söylenen.

O günlerde çokça gerçekliği sorgulanmayan...

Afganlı "teröristler" uçakları kaçırmış, ABD'nin New York kentindeki ikiz kulelere çakmıştı!

Sonra Washington'da aralarında Pentagon'un da olduğu bazı binalara...

Afganistan'da, Tora Bora dağlarının El Kaide militanları...

Demek ki uçaklar konusunda.

Onların kodları konusunda.

Rotalar ve dijital unsurlarına tam hakimlerdi!

Bu denli bilgiye sahiptiler...

Bu korsanları yetiştirmişlerdi!

Yapı itibarıyla çok komplocu değilim.

Michael Moore'un Fahrenheit filmlerindeki iddialar kadar ileri gidemesem de....

Olay garip ötesiydi.

Sonraki yaşananlar da malum zaten...

İşin orasında değilim de...

Böyle siyasi ve jeopolitik komplolara şahit olmayı sürdürecektik gelecek günlerde de...

11 Eylül'ün bize bıraktığı...

Uçaklara binerken yaşadığımız olağanüstü sorunlar...

Yanımızda taşıdığımız belli miktar üstü sıvıların...

Mesela parfüm şişelerinin...

Ya da traş jellerinin.

Gözümüzün önünde çöpe atılmasıydı o günlerde...

Mazallah...

Uçakta bomba üretebilirdik...

Bugün de benzer durumdayız...

Ama alıştık olağanüstülüğe...

Dünya başka bir yer haline geliyordu gün be gün...

Batı ülkelerinde şarbonlu mektup saldırıları başlamış.

Bir politik intikam aracı olarak kullanılma yoluna girmişti...

Bazı liderleri...

Gizli gizli zehirleyen komplo ilaçları ortaya çıkmış...

Ukrayna lideri Yuşçenko zehirlenerek, yüzünün gözünün şekli değiştirilmişti...

Tıpkı Hamas liderlerinden Meşal'in 1996 yaşadığı gibi...

Artık dünya... 

Filmlerde izlediğimiz sabotajların.

Yetersiz kaldığı...

Komplonun Hollywood'u yaya bıraktığı bir hale bürünmüştü...

Düşünün son bir iki yılda yaşadıklarımızı...

7 Ekim Aksa operasyonu ve sonrası İsrail'in giriştiği soykırım.

Hemen öncesinde...

Rusya gibi bir ülkede darbe girişimi...

Sonra bu olayın faili Prigojin'in uçağının gizemli şekilde düşmesi!

ABD'de daha önce hiç görmediğimiz bir karışıklık tablosu...

Trump taraftarlarının kongre baskını...

Trump'ın iki kez suikastten kurtulmasını saymıyorum bile...

ABD'de bir suikast geleneği var zira.

19.yüzyıldan bu yana, başkanlarını ya öldürüyorlar...

Ya bir mesaj veriyorlar...

Reagan da Trump da kıl payı kurtulanlardan...

Ama Trump sanki biraz fazla hedef oldu diğerlerine göre...

Ve...

Haniye'nin Tahran'da...

Odasında...

Noktasal öldürülüşü...

Akıl alır gibi değil...

Tekrar gelelim bugüne...

İsrail'in çağrı cihazları vasıtasıyla yaptığı dijital saldırı...

Bütün bildiklerimizi yeniden derlememizi gerektiriyor. 

Yirminci yüzyılda yazılan bütün bilim kurgu romanlarını yeniden yazdıracak şeyler...

Paranoyaklık artık hangi boyutlara varacak bilemiyoruz.

Bizim cebimizde.

Masamızda...

Akıllı televizyonumuzu taşıyan konsollarımızda...

Elektrikli arabalarımızın akıllı aksamlarında...

Nasıl bir şey taşıyoruz...?

O bataryalar...

Bir kaç saniyelik bir süreçte...

Verilecek bir sinyalle...

Bir bomba olabiliyorsa...

Nasıl dehşet verici...

Uçakta olsaydı mesela bu saldırıya uğrayanlar...

Ya da ötesi...

Kafanızda her türlü ihtimal...

Permütasyon, kombinasyonu kurabilirsiniz...

Son tahlilde...

Keşke 18 ve 19.yüzyıla dönsek diyecek duruma geliyoruz...

Dünyadaki asimetrik mücadelenin...

Birer kurbanları halindeyiz...

Farkında mısınız?

Teknoloji.

Kötü insanın elinde.

Dünyayı yaşanmaz bir yer haline getiriyor...

Ya kullanmayacaksınız.

Ki bu imkansız...

Ya da sadece sizin kontrolünüzde.

Ve üretiminizde olacak...

Yazılımlar sizin olacak...

8 yaşındaki Narin'in öldürülmesinde pay sahibi olanların bile...

Diyarbakır'ın bir köyünde...

Elektronik ve muhaberat alanında...

Bir takım karartma ve yanıltma planları yaptığı dönemdeyiz...

Son tahlilde...

George Orwell'in 1984 romanını çoğumuz okumuştur...

Büyük biraderin...

Dünyayı izlemesi...

Eminim Orwell bugünleri görseydi...

Romanını piyasadan çeker.

Baştan aşağı yenilerdi...

Ama bilmediğimiz...

Onun yaşadıklarımızın ötesinde neler yazabileceği...

Sahi...

Çocuklarımıza nasıl bir dünya kalıyor...

Dahası...

Kalıyor mu?