30 Ekim 2020 Cuma

HAYAT VE BOŞLUK…

Tanıdığımız biri ölünce.

Hepimizin yaşayacağı o sonu hatırlar.

Titreriz.

Hissettiğimiz.

Koca bir boşluk olur.

Dünyada yapılanların.

Hayatın merkezi gibi algılananların.

Oyun ve eğlence olduğunu...

***

Sabah bir haber...

Mesut Yılmaz öldü.

Allah rahmet eylesin.

Her ölümde olduğu gibi.

Titreterek.

Düşündürerek...

***

Hiç mütevazı olmayacağım.

Ben bir Yılmaz uzmanıyım.

ANAP muhabirliğim döneminde.

Onunla ve çevresiyle...

Kitap yazacak kadar anı biriktirdim.

Sadece anı değil.

Onun yakınlarını.

Davranış biçimlerini.

Tereddüt ve pişmanlıklarını gördüm.

Ama.

Satırlar yetmez.

Minicik kısmını yazayım.

***

Önce insani kısmı.

Yılmaz nazik bir insandı.

Soğuk görünse de.

Espriliydi…

‘Alman ekolü’ yakıştırması.

Sadece mezuniyetinden.

Almanca bilmesinden değil.

Duruşu.

Mimikleri.

Ve hayata bakışıyla ilgiliydi.

***

REFAHYOL hükümetinin son günlerinde...

Alman büyükelçiliğinden çıkarken önünü kestiğimde.

Sorumdan çok.

O gün çalıştığım kuruma sallamıştı.

“Hükümet düşecek, sizinkiler de görüyor” demişti.

Sonra gönlümü almak için.

Kolumu hafifçe sıvazlayıp.

Gitmişti...

Günler sonra da dediği gerçekleşince.

Yılmaz da.

Başbakan olunca....

Başbakanlık’ta önünü kesmiştim bu kez...

Yılmaz...

“DYP’li muhaliflerle temasınız ne boyutta?” sorusunu duyunca.

“Seninle şu andaki temasımdan az” yanıtını vermişti...

Bir gün Rize’de.

“Çiller sizin HADEP’le koalisyon kuracağınızı söylüyor” hatırlatmasını yapınca.

“O ne dediğini bilmiyor” demişti.

***

Belli belirsiz tebessüm olurdu yüzünde.

Ne düşündüğü tam anlaşılamadığı için.

Adı poker face’e çıkmıştı...

23 Nisan 1996 günü.

Başbakanlık koltuğuna oturan çocuk.

Yılmaz’a dönüp.

“Çiller’le koalisyon aklınıza gelir miydi?” diye sorunca.

Yılmaz yanıtı yapıştırmış.

“Bazen aklına gelmeyen başına gelir.” deyivermişti...

Çocuğun bu soruyu sorması ise acayip.

Ama...

Yazının konusu değil...

***

Yılmaz’la anı çok.

Zira.

O zamanki muhabirlik 24 saat esaslı.

Uyuduğunda bile takiptesin.

Akşam Yılmaz evine gitmeden.

Eve gidemezsin.

Mesela.

Yılmaz Budapeşte’de yumruk yedikten sonra.

48 saat uyumadan takip.

Evinde, partide, hastanede.

Çalıştığın kurum seni onun peşine takmış...

Dünyanın birçok yerinde.

BM Genel kurulunda, New York’ta.

Meksika’da.

Avusturya’da.

Almanya’da.

Hep yanındaydım.

Mesela yanlış bilinen bir konu var Yılmaz’la ilgili.

Meksika’da at yarışı izlemeye gitmiş.

Oysa olay ABD’de.

İki Bakanı, Güneş Taner ve Cavit Kavak ile.

New York’ta at yarışına gittiklerini öğreniyoruz.

Yanımda ise Sabah muhabiri Şamil Tayyar.

Yorulmuşuz.

Karar verip.

Haberi boşverip.

Biraz da gezelim diyoruz...

Basiretimiz bağlanıyor adeta.

O dönem Türkiye’de.

Skandal bazı kasetler ortaya serilmiş.

Hükümet düşmek üzere...

Tam da bu ortamda...

Yılmaz ile ABD’den Meksika’ya geçiyoruz.

Türkiye’ye döndüğümüzde.

Zaten hükümet düşüyor....

İki ay sonra bir gazetede haber.

“Yılmaz hükümet düşerken Meksika’da at yarışı izlemiş” diye.

Oysa olay ABD’de.

Gözümüzün önünde.

Biz dalmışız.

Her neyse.

***

Yılmaz keyif adamıydı da.

Sadece at yarışı değil.

Tatiline.

Zevklerine de önem verir.

Başbakanlık bile yapsa.

Arkadaşlarıyla sohbetleri.

Tiyatroyu.

Galatasaray’ın maçlarını.

Ailesini ihmal etmez.

Gecelerin yorgunluğu yüzüne yansır.

Gündüz programlarına genelde gecikir.

Sabah gözleri şiş şekilde gelirdi.

***

Şeb-i Arus törenlerinde.

Konya’da.

Semazenler dönerken o mışıl mışıl uyurdu.

Eşi duyguyla izlerken.

O istifini bozmadan uyurdu.

Kimse de uyandırmazdı.

Meclis’te kürsüdeki hatibi dinlerken.

Koltuğunda yatarak otururdu adeta.

Çocukları biraz sert sever.

Sevgi gösterilerini beceremezdi.

Sigarayı derin derin içine çekerdi.

Soğuk görünse de.

Gazetecilerin ricasıyla.

Minik şovlar yapar.

Hediye tabancayı objektiflere doğrultur.

Yeşil sahada penaltı atar.

Dönercide döner keserdi.

Boğazına düşkündü.

Sık sık rejime girse de.

Sık sık bozardı.

Her yönüyle.

İyi haber malzemesiydi.

***

Bir gün.

Bakü’deydik.

Sene 1996...

Gülistan Sarayı’nda.

Rahmetli Haydar Aliyev onun için kadehini kaldırmış.

“Hepinizin şerefine koydum” demişti...

Yılmaz’ın poker face’i ilk kez.

Acayip derecede zorlanmıştı.

Biz ise masanın altındaydık o an...

***

90’lı yıllarda.

ANAP’ın seçim gezilerinden biri.

Elimizde valiz.

Gazeteci arkadaşlarla.

Meşhur Petek otobüsünde.

İl il geziyoruz.

Kim bilir neredeyiz.

Mola noktasında durduk.

Bütün gazeteciler yorgunluktan bitkin.

Çoğu uyuyor.

Kameraman arkadaşımla iniyoruz otobüsten.

Ne olduğuna bakıyoruz.

Anlıyoruz ki.

Yılmaz tuvalete sıkışmış...

Ama.

Vakti az.

Aceleyle.

Tuvaletleri karıştırıyor.

Yılmaz’ın kadınlar tuvaletine dalmasını.

Korumalarının koşturmamalarına rağmen.

Bunu önleyememesini.

Biz çekip.

Biz haber yapıyoruz.

Haberin başlığı:

“Sigarayı bırakmak Yılmaz’a yaramadı, tuvaletleri karıştırdı.”

***

Haberlere çok sitem ederdi.

Ama.

Doğrudan yapmazdı.

Kurmaylarıyla.

Mustafa Taşar, Yaşar Okuyan ile.

Yakın çalışma arkadaşı Sevgi Ulusay ile gönderirdi sitemlerini.

Yine bir gün.

Ağrı gezisi için.

ANAP’ın kaldıracağı uçağın listesine.

Ben ve bir kaç arkadaşın ismi eklenmemiş.

Genel Başkan Yardımcısı Salih Yıldırım’ı arıyorum.

Bana diyor ki:

“Beyefendi selam söyledi. Haberinizi Ankara’da yapın diyor. Gitseniz de yapacağınız haber aynı zaten.”

Çok gülmüştük.

Ama uçağa alınmayışımızı da haber yapmıştık...

***

İlginçtir.

Yılmaz siyaseti hep sağda yapsa da.

Sol tandanslı gazetecilerle arası daha iyiydi.

Askerin siyasete yön verdiği süreçte.

Askerle de arası iyiydi.

Belki de bu yüzden.

Erbakan’la koalisyondan son saniyede vazgeçti.

28 Şubat sürecinde.

Cuntacılarla arasına mesafe koyamamıştı.

REFAHYOL düşürülünce.

Sonraki hükümetin Başbakanlığını kabul etti.

Cuntacıları eleştirmedi.

Tam da bu yüzden.

Partisinin muhafazakar tabanını eritti...

Yıllar yıllar sonra.

Emeklilik günlerinde.

15 Temmuz darbe girişiminin ardından.

Sivil hükümetin yanında.

En net duruşlardan birini ortaya koymuştu...

Kim bilir?

Belki siyaseten pişmanlıkları vardı.

Ama son kertede.

Kader her şeyin önüne geçiyor.

Zira.

Hayat boş.

Bomboş...

Günün birinde.

Oğlunu kaybedince.

Belki o gün öldü.

Hep kullandığı tabirle.

Uzatmaları oynamaya başlamıştı.

Her şeyini kaybetmişti.

Hükümet ne ki.

Siyaset ne ki.

Hayat ne ki...

24 Ekim 2020 Cumartesi

AZERBAYCAN VE ECNEBİLİK ÜZERİNE...

Bir ülke düşün.

Sokaklarında dolaşırken.

Türk olduğunu söyleyip.

Bütün kapıları açıyor.

Göğsünü gere gere yürüyüp.

Vitrinlerdeki markalarımızın.

Sadece prestij ifade etmesinden.

Mutlu oluyorsun...

Bir ülke düşün.

Sana yönelen hayran bakışların..

Sadece aksanından kaynaklandığı.

Ve bir ülke düşün.

Öyle bir insanı var ki.

Senin bayrağını kendisininkinin yanına.

Bazen de önüne asıp.

Kendi bayrağı gibi gören de o.

Sen Azeri desen de.

O ısrarla “Türküm” der...

Senin başarını sahiplenip.

Kederinle kederlenir.

Dizilerini izleyip.

Çocuklarına da izlettirip.

Senin gibi konuşmasını ister.

O bunları yaparken.

Kendi aksanıyla alay edilmesine de.

Sessizce kırılır...

O kadar sessizce ki.

İlişkiler zarar görmesin diye.

Lafını bile etmez...

Halbuki o alaycı cahil bir bilse...

Dedesi, ninesi.

Sadece iki kuşak önce.

Anadolu’da.

Bu kelimelerle anlaşıyor.

Pilov yiyip.

Elini yuyuyordu...

Atasını bilmemek ağır.

Daha da ağırı...

Kardeşini hor gören.

Yerli ecnebilerin.

Kendini hor görenlere.

İtip kakanlara olan.

Gerekçesiz hayranlığı...

Belki de gerekçeli...

Kim bilir.

Özüne ecnebilik.

Bu toprakların kaderi belki...




13 Ekim 2020 Salı

FOTOĞRAFLARDAKİ SIR...

Yıllanmış fotoğraflar büyülüdür.

Sessiz sessiz konuşurlar…

Her bakışta.

Yeni şeyler söyler.

Yeni keşifler yaptırırlar…

Bugün bir fotoğraf sergisindeydim.

Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın fotoğrafları.

Ulucanlar Cezaevi müzesinin hemen yanındaki sergideler.


İlk tespitim.

Özal’ın resmi kıyafetlerden nefret ettiği…

1982’de Abant’ta olta atarken.

İbrahim Tatlıses’in uzattığı mikrofona türkü söylerken.

Takım elbisesinin sakil durduğunun farkında.

Ya da.

Demirel ve İnönü ile askeri tatbikatta.

Giydiği kamuflajdan rahatsız.

Çok belli…

Çünkü kendi gibi olmayı istiyor.

Olamıyor…

1983 seçimlerini kazandığı günün ertesinde.

Çok müzevazı sofrasında.

Parlakça kumaştan tişörtü ile.

Sokaktan geçen biri gibi.

Göbeğindeki çıkıntıdan rahatsızlık duymadan kahvaltı ediyor.

Semra hanımın yüzüne yansıyan endişesi.

Belki biraz da o göbekten kaynaklı…

Ama Turgut bey mutlu.

O günlerin modası olan ve artık vintage hale gelen.

Muhtemelen Casio elektronik saati ile.

Yine mütevazı görünen evlerinde.

Perde, masa örtüsü, tabaklar.

O dönem her evdeki gibi.

Masada büyük parçalardan oluşan geleneksel peynirler.

Kovan balı Anavatan Partisi logolu kabında.

Partinin logosu malum.

Arı…

Başka karelere de göz atınca.

Özal’ın kendini rahat hissettiği kareler belli.

Çocuklarla birlikte yapmacıksız.

Çocuk gibi…

Marmaris’te tatildeyken, Semra hanımla.

Çok mutlu, belli…

Üzerinde tişört…

Marmaris’teki kahvaltı masasının kırmızı beyaz kareli örtüsü.

Biz yaşlardakilerin beyninde bir klasiktir.

Kayısı festivalinde giydiği tişört gömlek arası kıyafet.

Mısır’da tapınak gezerken masa örtüsü motifli kıyafeti.

Elazığ’daki bembeyaz ve hırkayı andıran ceketi.

O rahat görüntülerin ortak yanları ne biliyor musunuz?

Çoğu Cumhurbaşkanı olduktan sonra.

Yerleşik nizamın baskısını daha az hissettiğinde.

Ezberleri bozabileceğini anladığında.

Rahatladığında.

Kendince.

Kuralları kendi koyduğunda.

Artık yasaklı listelerini aştığında.

O rahatlığın üzerine yansıması bence…

Sergide göremediğim şortlu fotoğrafı da öyleydi mesela…

Bir başka tespit.

Turgut Özal aslında hep çocukmuş.

Cumhurbaşkanı iken çocukluğu zirveye vurmuş.

Dreamland açılışında.

Kumanda aleti ve vitesle oyun koltuğunda.

Foto muhabirlerini umursamıyor bence.

Son derecede sahici.

O an tek derdi.

O oyunu kazanmak...

Bana sorarsanız en mutlu olduğu kare ise.

Naim Süleymanoğlu’nu Türkiye’ye getirdiğinde.

Kameraların karşısındaki görüntüsü…

Süleymanoğlu çocuk.

O daha da çocuk…

Cumhurbaşkanlığı’nda.

Üstü açık makam arabalarında.

29 Ekim’de merhum Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş yanında.

Güreş paşa çakı gibi.

Özal her zamanki gibi large…

1990 yılında limuzinin üst penceresinden uzanan gövdeler.

Yanında Mehmet Keçeciler.

Keçeciler adeta cumhurbaşkanı gibi durmuş.

Rol çalmış.

Özal yine de rahat ve mutlu…

Çünkü kendisi gibi…

Köy çeşmesinden su içerken de.

Hükümeti devralırken de.

Başkası olmaya hiç çalışmamış bence…

Son iki not.

Özal’ın konuştuğu mikrofonda “Zenger” yazısı.

Ankara Kalesi’ne “Zenger konağı”nı.

Erkal Zenger’in kendisini, bilenler, bilmeyenlere anlatsın.

Acayip matrak adamdı Zenger.

Özal ona çok güvenirdi.

Fotoğraflarda olmasa da.

Adı ile girmiş sergiye…

Bir de.

Özal’ın tarihin derinliklerinden uzanan bir karesi…

Beni çok etkiledi.

O fotoğrafta.

Çanakkale kahramanı Seyit Onbaşı’nın eşi var…

Düşünün tarih kitaplarındaki bir karakter o…

Sözün özü...

Eski fotoğraflar.

Bizim mesleğin.

Hızlı yaşama ve tüketme alışkanlığını açığa vuruyor.

Özal, Demirel, Ecevit, Türkeş, İnönü vs…

Hepsiyle tonlarca anı…

Çocuktuk, onlarla büyüdük.

Ne yaşlara geldik.

Biz bile bunu diyorsak…

Ve fotoğrafta gördüklerimizin çoğunun tarih olduğunu.

Gayet de kanıksıyorsak.

Artık fotoğraflara sadece bakmanın değil.

Onların gizli anlatısını keşfetmenin zamanıdır.

Zira asıl anlam.

Geçmişin kendisinden çok.

Keşfedilmeyi bekleyen gizemindedir...