22 Ocak 2021 Cuma

ZAMANIN DONDUĞU ANKARA...

Geçenlerde bir filme denk geldim.

1979 yapımı.

“Yeniden Başlamak”

Başrolde Burt Reynolds oynuyor.

İlk kez izliyorum ama…

Tanıdık bir şeyler var.

“Neydi acaba?” derken…

Kafamdaki şerit 40 yıl öncesine döndü.

İlkokula giderken.

96’lardan Ahmetler’e dönerken.

Köşede bir film afiş tabelası.

“Akün Sineması’nda bu hafta”

Burt Reynolds’un afili karakterle yazılmış ismi…

Altında yazansa…

“Renkli ve orijinal”

Hemen o tabelanın karşısındaki yolu geçip.

Mimar Kemal İlkokulu’na gidiyorsun…

Karşıda Arı Dersanesi.

Kızılay’da Büyük Dersane...

Mithatpaşa’nın köşesinde Bravo Dolphin mağazası.

Buluşma yerlerinden biriydi.

Gima’yı saymazsam eksik olur.

Peki ya Dedem Döner’i.

Normalde 50 liraya satılan döner.

Orada 110 liraydı.

Ama sandviç ekmeğine yapılır.

İçine konulan döner salçalı sosa bulanır.

Şahane bir turşuyla.

Çok iyi giderdi.

Dedem’in dondurması da öyle her yerde bulunmazdı.

Çikolata parçaları olurdu içinde.

Hüdaverdi ve Penguen pastaneleri.

Çikolata kaplı ve cevizli.

Ağırca bir çörek yaparlardı.

Nasıl mutlu ederdi yediğinde.

İzmir için Sevinç Pastanesi neyse.

Ankara için Flamingo da oydu.

***

TRT binası Bakanlıklar caddesinde.

Kaldırım çok geniş.

İnsan seli aşağı gider…

Ara sokaklara girince manzara farklı.

Sırtında uzun sopası ile…

“iii opp bee” diye bağıran yoğurtçular vardı.

Öyle bağırmazdı belki de.

Ben çocuktum öyle anlar.

Kimseye de düzelttirmeye çalışmazdım.

Adamın ekşi ve acayip lezzetli yoğurdunu.

Kadınların evden getirdiği tencerelere.

Elindeki mala benzeri kaşıkla.

El kararı tartıp koymasını keyifle izlerdim.

Annem okul dönüşü kaygana yapar.

Yanına o yoğurttan koyardı.

Nasıl bir ikiliydi anlatamam…

Bozacılar bağırarak boza satar.

Ankara’nın çatır çatır kış gecelerinde.

Ekşi ekşi şahane giderdi.

***

Birkaç Ankara vardı aslında.

Şehrin öte tarafında.

Samanpazarı’nda ise zaman daha bir donuktu…

Evdeki eski prinç ve bakır eşyaları parlatan polisajcıları çok az kişi bilir.

Motorun ucuna bağlı iki demire.

Daire şeklinde sarılmış bezler takılır.

Bezlere sabun gibi bir madde sürülür.

Motor çalışınca hızlıca dönen o rulo bez ile.

Metaller bir güzel parlatılır.

Parlatanın yüzü simsiyah olurdu…

Her gün nasıl temizler bilemezsin.

Kalaycılar.

Bakırcılar.

Aleminyum eşya imalatçıları.

Çaydanlıkların kulpunu yenileyen kulpçular.

Hatta.

O günün döküm düdüklü tencerelerine.

Düdük takanlar…

Cici dayı vardı bizim çarşıda.

Onun işiydi düdük…

***

Süpürgeci İsmail abi vardı.

Çalı gibi bir şeyi çuvaldız ile diker…

Büyük bir bahçe makasıyla itina ile keser.

Süpürge haline getirirdi.

O biçimsiz malzemelerden o süpürge nasıl çıkıyordu?

İnanamazdım…

İsmail abi bidon musluğu da satardı.

Babam plastik bidon imalatçısıydı.

O muslukları ondan alır, bidonlara takardık.

Önce bir makasla bidonu deler.

Deliğin musluğun arkasından büyük olmamasına özen gösterirdik.

Sonra da conta ile birlikte musluğu takar.

Öteki elimizi bidonun içine sokup arkadan da conta ve vida ile tuttururduk.

Su kesintisi günlerinde.

Peynir ekmek gibi satılırdı musluklu bidonlar.

İnsanlar reçeli, salçayı, turşuyu evlerinde yapar.

Onların yapıldığı mevsimlerde bidonlar su gibi giderdi.

***

Bizim bidon ve fıçı imalathanesi ayrı bir alem…

O günün koşullarında.

Büyük teknelere plastik hammaddesi doldurulur.

Badanoz denilen devasa tüplerde eriyen plastik.

Makinanın memesinden akar.

Eriyik plastik kalıplarla kapatılır.

Kalıplar kompresörden gelen hava ile şişirilir.

Sonra bidon şeklini almış şekilde kalıptan çıkardı.

Bidonların etrafındaki fazla plastik bıçakla temizlenir.

Ağızları frezede açılır.

Paketlenirdi.

Artan plastik parçaları kırma makinasında yeniden hammadde olurdu.

Yıllardır ne zaman erimiş plastik kokusu alsam.

Burnum sızlar.

O günlere giderim…

Bazen gerçekte.

Bazen rüyalarda…

***

İnsan geçmişini bazen kokularla.

Bazen de.

Damağıyla.

Lezzetleriyle buluyor…

Çarşının biraz üst kısmında.

At Pazarı’nda.

Gobit fırını vardı…

Kendine özgü sapsarı bir şeydi o günün gobiti.

Fırından gobitleri alıp seyyar olarak satan Kamber dayımız…

Çok ama çok yaşlıydı.

Cemakanlı el arabası vardı.

Bazen gobitler öyle sıcak olurdu ki.

Arabanın içi buhar kaynar.

Camın içi görünmez olurdu.

Dayının bir parmağı yoktu.

Ben her seferinde onun kopmuş parmağının.

Kaynamış bölgesini incelerken.

O sımsıcak gobitin karnını yarar.

Temiz mi pis mi olduğu belirsiz elini ortaya bastırır.

Gobitin arasını iyice açar.

Açtığı üçgen peyniri.

Bıçakla o araya sürer ve yayar.

Üstüne kaynamış yumurtayı bir güzel doğrar.

Domates ve soğanla.

Kırmızı biberle.

Gazete kağıdına sarıp servis ederdi…

Acayip bir şeydi…

Babam dükkanın önünde yememize kızsa da.

İnsanları seyrederek o gobiti ısırmaya bayılırdım.

***

Önümüzden sırtı iki büklüm hamallar geçer.

Kamyonet kadar yük taşırlardı.

Bohçacı romanlar da vardı.

Ciklet satan çocuklar da.

Prinç aksesuarlarıyla limonata satan.

Camekanlı küçük tezgahlarında parfüm satan.

Poturlu, takkeli adamlar da…

O günlerin Samanpazarı’nda.

Köfteci Müslüm’ün yerini de saymazsam.

Eksik olur…

Bir barakada yapardı köftelerini.

80 darbesinin hemen sonrası.

Barakanın içinde.

Neredeyse tezgah kadar büyük bir Kenan Evren portresi vardı…

Oranın görünmez.

Belki de görünen sigortasıydı!

***

Atpazarı’nda dericiler önünden yürürken.

Dayanılmaz bir koku kaplardı ortalığı.

O kokuyu alacağımı bildiğim halde.

Nedense.

Hep oradan geçer.

Alternatif yolu ısrarla kullanmazdım!

Nalburlar vardı.

Kendilerine özgü bir dilleri de.

Babam bir gün beni nalbura.

“Yarım kilo külek mıkı al gel” diye göndermişti.

Adam bir miktar çiviyi kese kağıdına koyup verdi bana.

***

Lehimcilik diye bir meslek vardı.

Kehribar tespihçilik de.

Tespiğin kehribar olup olmadığını anlayanlar dayımlardı…

Çakmak ile yakmaya çalışırdın.

Kehribarsa.

Hiçbir şartta yanmazdı…

Gümüşü anlamanın yolu ise kezzap sürüp…

Renk değişimini kontrol etmekti.

Yeşil oluyorsa gümüştü…

Marangozlar tabure üretimini yetiştiremezdi.

Hayvan derisine sarılı peynirler vardı...

Tulum peyniri bildiğin tuluma basılır.

Tulum bıçakla yarılır.

Açıkta satılırdı.

Nedense.

Bozulmazdı…

Bugün artık seri üretime geçen Abdurrahman Tatlıcı.

O günün Ulucanlar semtinin.

Yerel ama.

Çok lezzetli bir gastronomi durağıydı.

Günün hangi saatinde gidersen git.

Sıcak.

Sapsarı yazlık helvayı yerdin.

Bazen ora uzak gelir.

Hakkı bakkaldan beş liralık helva alır.

Parmağımla parçalayarak.

Keyifle yerdim.

Mutluluk bir sanatsa.

O günler çok iyi icra ederdik…

***

Geçmişe yolculuk muhteşemdir.

Kolaydır da…

Eskilerden bir kokuyla…

Zihnindeki bir filmin afişiyle bile…

Donmuş zamanda savrulur…

Köşene çekilip geçmişe dalar.

Gizliden…

Çocuk olur.

Mutlu olursun…

Bilirsin ki.

Asıl güzel olan donmuş zamandan çok…

Her şeyi şölen haline getiren.

Çocukluğundur…

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder