28 Şubat 2021 Pazar

28 ŞUBAT VE HER ŞEYİ YERLİ YERİNE KOYMAK...

İnsan kolaycıdır.

Basit algılar oluşturmaya yatkındır.

Ama biz öyle yapmayalım.

24 yıllık darbeyi.

Toplu cinnet halini.

Yerli yerinde.

Olduğu gibi anlatmaya çalışalım...

****

Ben 28 Şubat sürecinde genç bir gazeteciydim.

Öyle şeyler gördük, yaşadık ki.

Bugün anlatılan bazı menkıbelere hayret etmemek elde değil.

Mesela.

28 Şubat’ta muhalefet berbat bir sınav verdi.

Tamam.

Kesinlikle doğru.

Ama.

Ya iktidar.

Özellikle Refahyol iktidarının DYP kanadı.

Genel Başkan Çiller’den başlayalım.

Askerler Başbakan Erbakan’ı sıkıştırırken.

Ortağı Çiller başbakanlığı devralmak isteyip.

“Darbeyi engellemiş olmanın da” ekmeğini yemek istedi.

Ama cuntanın baskısı ile DYP helva haline gelince.

Demirel görevi Çiller’e vermeyince.

Plan suya düştü.

Peki.

Hiç sorgulanmayanı konuşalım.

Cunta tehdit edince.

Erbakan’ın yapması gereken istifa etmek miydi?

Yoksa sonuna kadar direnmek miydi?

Ve asıl önemlisi.

Çiller neden başbakanlık koltuğuna erken oturmak istedi.

Farz edelim ki plan işledi.

Bu da cuntaya taviz anlamına gelmeyecek miydi?

O zaman da dizaynı asker yapmış olmuyor muydu?

Bu muydu direnmek?

Dahası...

Cuntanın tehdidi ile istifa edenler müstesna.

Kalan DYP cuntaya tam anlamıyla direnmiş miydi?

Bugün mazallah iktidarı tehdit etseler.

Başındaki kim olursa olsun.

Görevi bırakır mı?

Bırakmalı mı?

Kısacası...

DYP’nin ve Çiller’in o dönemki tavrı da sorunluydu.

Ve bir başka soru.

Erbakan’ın RP’si.

28 Şubat dayatmasının olduğu gün.

Neden rest çekmedi?

Çektiyse niye duymadık?

Şimdi birileri de “Ne yani kan mı aksaydı?” diyebilir.

Hiç kusura bakmayın.

Erdoğan 27 Nisan’da kabuğuna çekilseydi.

Şu anda ne durumda olurdu Türkiye?

15 Temmuz’u anlatmaya gerek bile yok.

***

Anıları anlatmaya devam.

Muhalefet partilerinden.

Benim izlediğim ANAP’tan mesela.

O dönem konuştuğumuz yetkililer.

Askere hemen biat peşindeydiler.

İstisna vardı.

Ama kaide bozulmadı.

Diğer partilerden de.

Elle tutulanı yoktu.

Bizim meslekte de.

Sıkıntılı insanlar yok muydu?

Vardı.

Cinnet halinde.

Asker türküsü söylüyorlardı.

Tek tek anılar gözümün önünde.

Genelkurmay’da.

Gazetecilerin katıldığı bir toplantıda.

Dirayetli bir komutan.

Beğenmediği bir yazarı görüyor.

“Bu ..........nu kim aldı içeri?” diye bağırıyor.

Noktalı kısmın harfleri bile yazılmaz.

O derece...

Köşe yazarı önce Genelkurmay’dan kovuluyor.

Patronu aranıyor.

Saniyesinde gazetesinden kovuluyor.

Yetmiyor.

Sonra ülkesinden kovuluyor.

Birkaç ay sonra genç yaşta ölüyor.

Hani “28 Şubat’ta bile” diye başlayan anlamsız cümleler var ya.

O cümleyi kuranlar ya bilmiyor bunları.

Ya da bilerek yapıyor.

İkisi de berbat...

Çünkü o cümleyi kuranlardan bir kısmı.

Bugün “sureti hak” görüntüsünde.

Oysa o gün Başbakan’a “p......”_denmesine bile hoşgörü gösterip.

“Bir kesimin duyarlılığı” filan deyip saçmalyorlardı!

****

Yerli yerine koymaya devam...

Hani deniyor ya.

“28 Şubat’ta bile muhalefete baskı yoktu”

Neden olsundu ki.

Gerek duyulmadı çünkü.

Hepsi cuntanın yanındaydı o günler.

Asker aleyhine bir harf yazabilen yazar.

Söyleyebilen siyasetçi...

Bunları bulmak zordu.

Daha kötüsü ve fenası ise.

Zorunluluktan çok.

Gönüllülükten o taraftaydılar.

***

Uzatacağım bugün.

Sıkılmadan okursanız da sevineceğim.

28 Şubat sürecinin zirvesi.

Asker öyle bir bastırıyor.

Silahsız cuntacılar öyle bir yardırıyor ki.

Medyada bir haber.

“O kadının arkasından hemen çekil”

“Allah Allah” diye bakınca anlıyorsun ki.

Koalisyon ortağı.

Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller miting yapıyor.

Arkasında bazı vekiller.

O vekillerden birisinin karısı.

Cep telefonundan kocasını arıyor.

“Derhal o kadının arkasından çekil” diyor.

Çiller’in suçu.

“Dindarlarla koalisyon”

İlginçtir.

Hemen gazeteye haber oluyor.

Sızdıran kim?

Askere selam mıdır?

Orasını tartışmaya bile gerek yok.

Kadın kocasının partisini bilmiyor olamaz.

Zaten haberin sonu her şeyi yerli yerine koyuyor.

Adam önce Çiller’in arkasından çekiliyor.

Sonra da DYP’den.

Birkaç gün sonra da.

Cuntanın kurdurduğu bir partiye transfer.

Nasıl ama?

***

Anlatmaya devam.

Sıkılmadan.

Erbakan’ın başbakanlık günlerinde.

Cuntadan.

Ve yalaklardan.

Her gün laiklik mesajları geliyor.

Kusturacak ölçüde.

Başbakanlık’ta görevdeyim.

Muhabir arkadaşlar arasında bir tartışma.

Ben ve çok küçük bir grup.

Askerin siyasi açıklamalarının doğru olmadığını söylüyoruz.

Aydın olduğunu sanan bazı arkadaşlar.

Doğal olarak fikir özgürlüğünden yanalar!

“Asker de vatandaş.”

“Fikrini söyler” diyorlar.

Gözlerimiz yaşarıyor.

Küfürün bile “bir kesimin duyarlılığı” sayıldığı bir ortamda.

Ultra demokratlığa şapka çıkarıyoruz!

****

Televizyonlarda akademisyenler.

Kimi siyaset bilimci.

Kimi sosyolog.

Tartıştıkları konuysa İslam!

Kadınların başlarını nasıl bağlayacaklarını anlatıp.

Kuran ayetlerini yorumlayıp!

Kuran’da neyin olup olmadığını tartışıyorlardı.

Bugün “Falanca partiden konuk neden yok?” diye bağıranlar.

O günlerde.

“Bu tartışmada neden din adamı yok?” diye sormadılar.

****

Cinnetin zirve günleriydi...

Haber merkezlerine telefon edilip.

İsmini verdikleri camiye gitmemiz söyleniyor.

Kameraman arkadaşlarla oraya gidince.

Karşımızda yüzlerce kara elbiseli.

Aczmendi denilen adamların.

Garip danslarıyla karşılaşıyorduk.

Darbeye cephane hazırlanırken.

Biz haberciler kullanılıyorduk.

****

Başörtülü vekil Meclis’ten kovuluyor.

Bir savcı evine baskın yapıyor.

İçimizden güya gazeteci bir arkadaş.

O kadının çocuklarını.

Okuldaki diğer çocuklara yuhalatıyor.

Ve bunu da haber yaptırıp.

Yine güya çocukların laiklik duyarlılığını.

Refah-Yol’un güya toplumu ne hale getirdiğini.

Gözümüze sokuyordu.

Ne kadın hakkı vardı.

Ne de çocuk!

O denli bir cinnet haliydi ki.

Memurlar cuma namazına gizli gizli gidiyor.

Namazlarda cemaatin cami dışına taşması.

Birisinin bahçede namaz kılması bile.

“İrtica geliyor” gürültüsüne neden oluyordu.

Aslında cuntacılar ve destekçileri zır cahil.

Maalesef ‘karşı da dursa’ halkımızın bir bölümü bilgisizdi.

Bize ‘devrim ihraç edecek’ denilen İran ile.

Dini algılayış.

Ve temel farklılıklarımızı bilen yoktu.

Sincan’daki Kudüs gecesinden sonra.

“Persona Non Grata” ilan edilen İran büyükelçisi de.

İran Dışişleri de.

Saçmalıklara gülüyorlardı...

***

Gazeteler ve televizyonlar.

Hacca giden vekillerin.

Gizli olması gereken uçak bagajlarını görüntülüyor.

Zemzem bidonlarından.

Laiklik karşıtı cephane çıkarıyorlardı.

Otellerde düzenlenen geceler ve kokteyllerde.

Kimin ne mesaj verdiği önemliydi ama.

Ellerdeki bardaklar.

Kadehler çok daha önemliydi.

Kadehte içki yoksa.

Sorun büyüktü?

Haberleştirilir.

Yoruma sunulurdu.

****

Milli bayramlar ayrı alem.

Muhafazakar siyasetçiler adeta dayak yer.

Komutanların bir tek omuz atmadığı kalırdı.

Sözüm ona törenler.

Askerin ayakta alkışlanması.

Ve 10. Yıl Marşı ile sürer.

“Türkiye laiktir laik kalacak” sloganı ile sona ererdi.

Hasbelkader “bu da neyin nesi?” diye sorsan.

“Ne yani sen laikliğe karşı mısın?” diye yaftalanırdın.

Bildiğiniz işkence günleriydi...

****

Affınıza sığınıyor.

Uzatmayı sürdürüyorum.

Her şeyi yerli yerine koyalım diyorum ya.

O yüzden hem nalına.

Hem mıhına vurmalı.

Muhafazakar kanallardan birisi.

Başörtülülerle sokak röportajını bile yasaklatmıştı.

Dini programları önce gece saatlerine alıp.

Sonra da yayından kaldırmıştı.

Bir gazete.

Dini bilgiler sayfasını küçültmekte bulmuştu çareyi.

Oysa herkes kimin kim olduğunu biliyordu.

Cunta da biliyordu.

****

Bitiriyorum...

Bir askerlik anısıyla.

28 Şubat süreci hükümeti devirmiş.

Yeni hükümeti kurdurmuş.

Ama sopa hala cuntacılarda.

İşte tam da bu dönemde.

Ben gazeteciliğe 8 aylığına mola verip.

Askere gidiyorum.

Bir gün çarşı izninde alışveriş yaparken.

İçerde bulunamayan yiyeceklerden.

Özellikle de bir markanın çikolatasından bolca alıyorum.

Herneyse.

Birliğe girince.

Çikolataları arkadaşlarla paylaşıyorum.

Ancak.

Askerlerden biri yemeyip içmeyip.

Benim bu çikolata mevzuunu nöbetçi subaya anlatıyor.

Komutan beni çağırıyor.

Neden bu marka çikolatadan aldığımı soruyor.

“Kantinde bulamıyorum çünkü” diyorum.

“Kantindekilerin nesi var ki ” deyince de.

“Onların tadını beğenmiyorum” diyorum.

Komutan gülümsüyor.

Omzumu okşayıp gönderiyor.

Ben de tebessüm edip gidiyorum.

‘İrticacı çikolata’ mevzuu kapanıyor.

İkimiz de cinnet ortamının farkındayız.

O gün yapabildiğimiz belki ‘buğz’ etmekti.

Ama bugün yapılması gereken.

Slogancılık yerine.

Her şeyi.

Her sorumluluğu yerli yerine koymak.

Tarihin siyah ve beyaz dışındaki tonlarını da anlatabilmek...

24 Şubat 2021 Çarşamba

MAHALLE MAÇLARINI HATIRLAYAN KALDI MI?

İnsan bazen köşesine çekilip.

Geçmişin dar sokaklarına dalınca.

Nerede duracağını kestiremiyor.

Bu defa 70’li yıllarda.

Çocukluğumda buldum kendimi.

***

Mahalle maçları efsaneydi.

Genelde iki güçlü kişilik öne çıkar.

“Aldım-verdim” seremonisinde.

Adım adım birbirine yaklaşır.

Diğerinin ayağına ilk basan.

En iyi oynayanı kendi takımına seçer.

Sonra seçme hakkı diğerine geçer.

Takımlar böyle kurulur.

Bir hakkaniyet hissedilince.

Maç başlardı…

***

Topun sahibi mutlaka oynardı!

Topa abanmak.

Beleşte beklemek yasaktı!

Hakem yoktu.

Müşterek ortak bir akıl yönetirdi maçı.

Karakteri güçlü kişilikler.

Kendisine yapılan faulü kendince tescillerdi!

İyi oyuncu bulundurmaktan çok.

Güçlü karakter bulundurmak önemliydi.

***

Kaleler iki büyük taş arasında kurulur.

Atılan gollere yapılan en yaygın itiraz.

“Taş üstünden gitti”.

Ya da.

“Kalecinin belinin üzerinden geçti” şeklinde olurdu.

Yemin.

Şahitlik.

Tabi ki otoriterlik belirleyiciydi!

***

Toplar sert plastiktendi.

Sık patlardı.

Patlayan topun içine patlamamış bir top yerleştirilir.

Mukavemet kazandırılırdı.

Sonuçta esneme payı olmayan.

Taş gibi sert bir şeyle oynanırdı.

****

Otoriter abiler santrafor mevkiinde olur.

Yorulunca da.

“Biraz defanstayım” der.

Orada toplara dan dun vurup dinlenirlerdi!

Kale genelde en aceminin mevkisiydi.

***

Yaşlı bir amca ya da teyze geçerken.

Oyun durur.

Yeniden başlayana kadar.

Kımıldamadan.

Pozisyonlar değişmeden beklenirdi!

***

Tartışmalı bir pozisyon olduğunda.

Mağdur takımın dirayetli abisi kaleciye talimat verir.

“Kaleyi boşalt” derdi…

Bunun anlamı.

“Gol atsanız bile hükümsüzdür” demekti.

Hasbelkader o takımdan biri oynamayı sürdürürse.

Öbür takıma itiraz hakkı doğar…

“Adamınız oynuyor bak” denilerek.

Kaotik ortama zemin hazırlanırdı.

Yine de maçların pek azı yarım kalırdı.

***

Hava kararmaya başladıkça.

Kadrolar eksilir.

Eksilenlerin yerine kenarda maçı seyreden biri girerdi.

Bazısının üzerinde pijama.

Elinde ise.

Isırıklamayı sürdürdüğü yarım ekmek olurdu.

O halde topa da vurur.

Oynamaya da devam ederdi…

***

Maçı bitirense…

Ya akşam ezanı.

Ya da annelerin pencerelerden yaptığı davetti!

Eve gidildiğinde.

Geç kalmanın mahcubiyetiyle.

Konulan son tabağın önüne.

Sessizce oturulurdu…

Sahadaki otoriter abilerin rolü bu kez babalardaydı.

Herkes masaya oturmadan yemek başlamazdı.

O günlerin.

Yazısız anayasasının.

En bilinen kuralıydı…

5 Şubat 2021 Cuma

BİR GÜNDÜZ RÜYASI...

Düşünsene.

Bir göl kenarında.

Uçsuz bucaksız yemyeşil çimenler.

Baharın en güzelinde.

Upuzun bir sofra.

Sevdiklerinle.

Kaybettiklerinle.

Baban, amcan, dayın, halan, teyzen, ailen.

Yeğenlerin.

Çocukların.

Komşuların.

Arkadaşların.

Sofran büyük.

Gelenin teklifsiz oturduğu.

Sıkıntıların değil.

Sevinçlerin konuşulduğu.

Tebessüm edildiği…

Fonda kısık sesiyle.

Louis Armstrong.

“What a wonderful world”u söylese…

Pırıl pırıl bir günde…

Güneş üşütmese.


Yakmasa da...

Simitlerimiz.

Çayımız bize yeter.

Peynir de istemez hani…

***

Dedikoducu komşu da.

Mahallenin palavracı abisi de.

Alt kattaki ahbabın da…

Ağır oturaklı yaşlılar.

Pimpirikli çiftler de…

Annelerimiz, babalarımız şart ama.

Dedeler de olsa.

Hayatlarında belki hiç görmedikleri.

Karşılaşmadıkları torunlarını görseler.

Sıkı sıkı sarılıp.

Sevseler…

Çocuk olsan.

Yanağından makas alınırken.

Şımarsan…

***

İlk çocukluğunun oyuncaklarıyla.

Kaybettiğin çocukluk arkadaşınla.

40 yıl önce ölen kedin.

Küçük yumağının peşinden koşsa…

Kuzenlerin kendi aralarında.

Gözlerini belerterek.

Küçük şeyleri büyütse…

Naif komşu kadın dinlese.

Annen onlara senden bahsederken.

Hoşuna gitse…

Maskesiz.

Ve hesapsız gülsen.

Gölden su içip.

Karnını şişirsen…

Gözünü yumup.

Güneşe döndürsen yüzünü.

Armstrong’un kısık sesiyle.

Harika dünyayı kursak.

Simit ve çayla.

Mutlulukla.

Peynir de istemez hani…