21 Mayıs 2022 Cumartesi

EFES’İN ŞAMPİYONLUĞU VE DEĞİŞEN BİZLER…

Efes Euroleague’i yine kazandı.

Ne kadar övülse az…

Ama anlatacağım başka.

Son Final Four’da da gördük ki.

Artık takım sporları öyle “an”lık.

Öyle atıştırmalık kıvamda ki.

Her şey öyle hızlı ilerliyor.

Kareler o kadar hızlı gözümüzün önünden geçiyor ki…

Yaşananları algılamak bazen zorlaşıyor.

Amacım nostalji değil ama…

Toplumsal değişiminin spora yansımasını da görmeli.

Bunun için de eskiyi hatırlamalı…

——

30-40 yıl önce.

Hayatımız bugünkünden daha yavaşken.

Ceplerimizde telefon.

Kredi kartı yokken.

Favori TV programımızı.

Ancak o saatte ekran başında olduğumuzda izleyebildiğimiz günlerde…

Bu spor da daha farklıydı.

Topun 24 saniye yerine 30 saniyede kullanılabildiği.

Ne kadar faul yaparsan yap.

Topu çalamadığın sürece.

Rakibin topu saha kenarından oyuna sokabildiği.

6 farkla öne geçen rakibin bile seni kısır döngüye itebildiği günleri…

Dahası.

Yeni nesil bilmez.

Üç sayılık çizgilerin olmadığı.

Nereden atarsan at “iki” yazıldığı.

Periyodlar yerine sadece iki devrenin olduğu günleri.

Ne kadar yavaş ve durağandı bu spor…

Hayatımız gibi.

İnternetsiz günlerde.

Habersiz gelen misafirlerle.

Durağan kareli filmlerle eğlendiğimiz.

Oturup kendimizi dinleyebildiğimiz günleri.

Saniyelerin üst üste yığılmadan büyük değerler ifade etmediği.

Bugün monoton görünen.

Ama o gün için.

Değerli dakikaları…

Spordan devam edelim…

Hiç 1970’lerin, 80’lerin futbol maçlarını uzun uzadıya seyrettiniz mi?

Ben seyrediyorum.

Keyifli ve hızlı olduğu için değil.

Anıları olduğundan.

Yoksa.

Çekilecek dert değil…

Doğru dürüst pres yok.

Yürüyerek oynanıyor.

Kalecinin ayakla atılan pasları elle tutabildiği.

Sonra tekrar bırakıp eliyle sürüyüp.

Saatlerce zaman kazandığı maçları.

Nasıl izliyormuşuz sıkılmadan?

O dönemki dolu trübünler…

Anlaşılır gibi değil…

Sadece iki oyuncu değiştirilebilen.

Tribüne gittiğinde bir saat topun beklendiği.

Yatan futbolcunun her şartta sahada tedavi edildiği.

Üstelik bir dakika uzatılmadan biten.

Tarla gibi sahalarda.

Akustiksiz statlarda oynanan.

Trübünden tekdüze sesin yükseldiği.

Acayip maçları…

Kabul etmeliyiz ki.

Hayatımız yeni buluşlarla allak bullak olurken.

Yeni kurallar.

Yeni teknolojilerle.

Bütün alışkanlıklarımız değişirken.

Müesses nizam da yeni şeyler keşfedip.

Yeni tip insana uygun ürünler buluyor..

Artık ekran başında duramayan.

Her türlü boşlukta telefonuna sarılan.

Endüstriyel ve lezzetli çerezini yerken.

Saniyelik molalarda bile başka kanala geçen.

Bir kaç maçı…

Belki dizileri bile aynı anda izleyen bir kitle var.

Öyle ki.

Satranç gibi oyunlara tahammülü edemeyip.

Sokak topu benzeri kurguları izleyen.

Instagram’i bile sıkıcı bulup.

Tik-tok’la tatmin olmaya çalışan.

Garip bir kitle… 

Ama…

Artık müşteri onlar…

Kurallar onlara göre ayarlanıyor.

Diskalifiye ve kırmızı kartlar kolaylaştırılıp.

Topun oyunda kalma süresi uzatılıp.

Daha tenha bir sahada.

Daha temassız.

Daha anlık aktiviteler arzulanıyor.

İlerde çocuklarımız yeni zevkler edindikçe.

Bizim izlediğimiz bu seyirlikler de keyifsizleşecek. 

Evrilen insanlar…

Micic’in yarı finaldeki efsane üçlüğünü bile.

Sıradan bulacak…

Değişim kendi çarkında ilerleyip.

Eskiyi acımasızca tüketecek…

14 Mayıs 2022 Cumartesi

CUMARTESİ GECESİ HAYALLERİ…


Cumartesi geceleri sihirlidir.

Hele de sessizse.

Zihni berraklaştırır.

Çocukluğuna götürür insanı.

Hayallerinle buluşur.

Ama anlatamazsın.

Ben maskeyi indirip.

Biraz anlatacağım.

Zihnimin absürd hayal karakterlerini.

Sanki Woody Allen filmlerinden fırlamış gibi…

———

Mesela…

Çocukluğumda.

Uzun saçlı bir marangoz vardı.

Gerçekte öyleydi de.

Hayalimde bir kovboy filminin uçarı karakteriydi o.

Öyle hızarla, odunla uğraşan biri olamazdı.

Şerifi peşine takıp.

Burt Lanchester’ı deli eden biriydi zihnimde.

Ya da…

Komşu kadının şişman kocası.

Maymunlarla yaşayan bir karakterdi hayalimde.

“Maymunlar Adası” filminin ilk versiyonundaki…

Çocukluk tabi.

Dürüst.

Ama bazen vicdansız…

——

Cumartesi geceleri sessiz.

Beynimdeki kayıtlar rahatça raftan iniyor.

Üzerindeki toz kolayca üflenip.

Yayına hazır hale gelebiliyor.

Mesela bir tanesi daha…

Babam dükkanın hasılatını toplar.

Yatırmam için bankaya gönderirdi.

Kıvırcık saçlı bir veznedar vardı bankada.

Ona götürürdüm bir tomar parayı.

Veznedar yaramaz bir tip gibi gelirdi.

Parayı alır almaz.

Pavyona gittiğini.

Babamın binbir emekle kazandığı parayı.

Dansözlerin orasına burasına sıkıştırdığını düşünürdüm. 

Adam değildi yaramaz olan.

Benim zihnimdi aslında…

——

Bir camii vardı.

Ahi Evran…

Cuma namazlarına giderdik.

Müezzini vardı.

Klasik hoca tiplemesinden farklı gelirdi.

Çocuk ruhluydu…

“Böyle bir adamın kırmızı yarış arabası olmalı” diye düşünürdüm.

Namaz bittiğinde.

Cübbesini takkesini çıkartıp.

Dar bir yarışçı kostümü giydirir.

Kırmızı arabasına bindirir.

Ortalığı toza dumana bulattırırdım.

Hutbe okunurken.

O müezzin de huşu içinde dinlerken.

Başında takke ile kendi dünyasındayken.

Ben adama bakar.

Onu pistlere postalardım….

——

Hayal dünyasının sınırı yok.

Arabalardan devam edelim.

O dönem bizim Ford Taunus arabamız vardı.

Alman arabası malum.

O günlerde hayallere dalınca.

Arabanın yapıldığı fabrikayı gözümün önüne getirir..

Monte eden işçileri düşünürdüm. 

İşçiler öyle sıradan adamlar değil.

Dönemin Alman milli takımı..

Rumennigge direksiyonu takıyor.

Dremler kapıdaki vidaları sıkıyor.

Breitner sakallı ya.

Daha bir akil adam pozisyonunda.

Arabanın etrafında dolaşıyor.

Kontrol ediyor.

Stielieke daha bir işçi tipli.

Kaputu açmış uğraşıyor…

Çocukluk işte.

Kimseye söyleyemezsin.

Söylesen.

Ne işiteceğin belli değil.

Anlatmaya devam…

——

Türk filmlerinde elinde para çantasıyla koşan adamları bilirsiniz.

Erol Taş mesela…

Cüneyt Arkın.

Daha kimler…

Amcam aklıma gelirdi onları izlerken.

Bir Bond çantası vardı onun da.

Koşan adam amcamdı aslında.

Çantayı duvarın arkasına atıp zıplayan görüntüsü.

Hayalimde kayıtlı…

——

Çocukluğumuzun favori abur cuburu…

Çokomeldi…

O çokomelin içindeki beyaz lezzetli şeyin.

Aslında gökyüzündeki bulut olduğunu düşünür.

Uçakların görevinin.

Bulutları toplamak.

Ve çikolata fabrikalarına getirmek olduğunu hayal ederdim.

Çikolata ile kaplanan bulut

Çokomel olurdu…

——

1970’lerin sonunda Stuttgart’ın bir kalecisi vardı.

İsmi Junkans’tı.

Siyah beyaz televizyondan bile fark edilecek.

Aşırı açık renkli gözleri vardı.

O gözler bir insana ait olamazdı.

Olsa olsa bir şeytandı o.

Evet…

Junkans benim için şeytandı.

Bu haliyle rüyama bile girmiş.

Korku karakteri olmuştu…

——

Okula bile gitmediğim günlerde.

Annem beni kadın günlerine götürürdü.

Kısa saçlı havalı bir kadın vardı.

Başka çocuklar oyun oynar.

Ben oynarmış gibi yapar.

Daha çok o kadını izlerdim.

Ortadirek mahallesindeki bir memurun karısı olamazdı

Onu oraya hapsedemezdim.

Hele benim arkadaşım olan çocuğun annesi.

Asla olamazdı…

O kadın.

Olsa olsa “Charlie’nin meleklerinden” biriydi.

Esmer olanı tabi…

——

İlkokula başladığım günler.

Servis şöförümüz vardı.

Kazım amca…

Kalın geniş kaşları vardı.

Leonid Brejnev’e benzetirdim onu.

Üç beş çocuğu idare edemeyen adamı.

Hayal dünyamda Sovyet imparatorluğunun lideri yapmıştım…

Son bir fantezi…

İlkokulda.

Çekik gözlü bir kız vardı.

Onun gözlerini.

302 Mercedes otobüslerinin arka stop lambalarına benzetirdim.

Masum kızcağız sözlüye bile kalksa.

Ben otobüsün gürültüsünü işitirdim…

——

İç dünyamız kıymetli.

Hele de çocukluğumuz.

Paha biçilemez.

Orada yaşattıklarımız.

Sadece anılar.

Ve hayali karakterler değil.

Bugün aramızda olmayan değerlerimiz.

Biz yaşadıkça.

Ve hayal ettikçe.

Onlar da hep yanımızda olacaklar…

13 Mayıs 2022 Cuma

ŞU KIYAFET TARTIŞMASI!

ŞU KIYAFET TARTIŞMASI...


Hani bir kıyafet tartışması var ya.

MHP Eski milletvekili Ahmet Çakar’ın sözleriyle başlayan.

Ayrıntılarına girmeyeyim.

Arayan bulur.

Tanınan bir kadının kıyafeti hakkında konuşuyor.

“O dekolte suç” diyor…

Suç olup olmadığını bilemem.

Açıklamayı doğru buluyor filan da değilim.

Ama…

Kolay yolu seçip, “Önce asalım sonra tartışırız” demek yerine.

Biraz Ahmet Çakar’ı tanımak lazım.

Çünkü ben biraz tanırım…

+++

1999-2002 dönemi…

DSP-MHP-ANAP üçlü koalisyonu işbaşında.

Ahmet Çakar MHP’li Meclis idari amiri…

Tabi koalisyon dönemlerini unutmuştur insanlar…

Partiler ortak hükümet eder ama.

Sürekli de sürtüşürler.

Üstelik meşrepleri bu kadar farklıyken.

Uzlaşma sağlanan konularda bile.

Çatlak sesten bol bir şey yoktur.

Bazı çatlak sesler ise daha serttir.

Cümlelerini sansürsüz kurar.

Mahallenin delifişek oğlanı gibi davranırlar…

İşte Çakar onlardan biriydi.

O dönemin MHP’sinin kendi iç vicdanını yansıttığını düşünürdü.

Ne zaman hükümet içerisinde.

Özellikle MHP ile Ecevit’in DSP’sinin bir problemi olsa.

Ben genç bir muhabir olarak ya Ahmet Çakar’ı…

Ya da rahmetli Mehmet Gül’ü arardım.

Gazeteci saikiyle.

Düşüncelerini öğrenmek.

Resmin bütününü görebilmek için….

+++

Mesela “af” konusunda dönemin hükümetinden farklı düşünürlerdi.

Terörle mücadele.

Öcalan’ın idam edilmemesi.

Ve bu konuda MHP’nin takındığı tavır konusunda.

Nüanslarını ortaya koyarlardı.

MHP yönetiminin üslubunca.

Ve aslında anlaşılabilecek şekilde.

Devlet idaresi aklı koymasına karşın.

Çakar ve Gül tabanın sesini yansıtır.

Bazen de halk ağzıyla konuşurlar.

Bunu da açıktan yaparlardı…

Gül biraz daha milliyetçi kefeye ağırlık verir.

Çakar muhafazakarlık sosunu üstüne eklemeden edemezdi.

++++

Her ikisiyle de gazeteci olarak çok sohbet ettim.

Bir kısmı off the record olarak kalacak tabi…

Bunların da ışığında yola çıkarak diyebilirim ki.

Ahmet Çakar’ın açıklamalarına.

Çok şaşırmadım.

O içindeki hissiyatı.

Sansürsüz ortaya koyan birisi.

Kendi çevresinde kendisine hak verenlerin bulunduğunu.

Sayılarının da az olmadığını biliyor…

Ve düşüncesini saklamıyor.

Çakar’a geçmişteki dost sohbetlerimde çok muhalefet ettiğim için rahatım…

Söylediklerine katılmasam da.

Onun konuşma hakkını.

Bazen fütursuzca kullanması.

Garip şekilde hoşuma gidiyor.

Sonuçta…

Beğenmediğin fikirler ifade edilmediğinde yok olmuyor…