17 Eylül 2024 Salı

ORWELL BİLE BU KADARINI DÜŞÜNEMEDİ!


İsrail'in Lübnan ve Suriye'de çağrı cihazları merkezli dijital saldırısı...

Kafamızdaki bütün güvenlik, muhabere, komplo konseptlerini alt üst etti...

Çok değil...

Bir kaç on yıl önce...

Bu tarz saldırı ihtimallerine ilişkin.

Komplo cümlelerini kuranlar.

Sohbetlerde marjinalize edilirlerdi...

Artık hepimizin.

Tabiri yerindeyse noktasal hedefler olduğu günlere geldik...

Güvenlik ve güvensizlik iç içe...

Ruhumuz da...

Dünyamız da...

Şeytanlara emanet...

Oysa bu tarz ihtimallere karşı tedbirler ve istihbarat örgütlerinin marjinal paranoyaları...

Bizim için sadece bir eğlenceydi geçmişte...

Hiç unutmuyorum...

1999 yılının Kasım ayıydı.

Ecevit koalisyon hükümeti dönemiydi...

ABD Başkanı Bill Clinton'ın Ankara ziyaretini takip eden gazetecilerden birisiydim.

Gezi öncesi emniyet kaynaklarından aldığımız bilgiler o gün için şaşırtıcıydı...

ABD'lilerin 900 güvenlik görevlisiyle Ankara'ya gelmeleri.

Clinton'ın konuşma yapacağı TBMM'ye kendi güvenlik ekipleriyle girmeleri.

Bizdeki elektronik kapıya bile güvenmeyip.

Kendileri ayrı bir arama sistemi kurarak.

Sadece gazetecileri değil.

Milletvekillerini de arayarak içeri sokacak olmaları...

Dahası...

Genel kurul salonuna ABD Başkanı'nın korumalarının da girmeleri isteniyordu...

Her türlü teamüle aykırıydı...

O gün için.

Türkiye'de Cumhurbaşkanı ve Başbakan dahil kimsenin korumaları içeri giremiyor.

En fazla izleyici localarında oturabiliyordu...

Sonrasında verilen bilgiler bizim için daha ilginçti...

Clinton dublörüyle gelmiş.

Katılacağı her programa iki makam aracıyla gitmişti...

Birisinde dublörü birisinde kendisi...

Kalacağı yer sır gibi saklanmış...

Hilton oteli bilgisi verilse de...

O yollar kapalı olduğundan.

Sonradan otele gitmediği de anlaşıldığından.

ABD elçiliğinin rezidansında kaldığı düşünülmüştü...

Ötesini söyleyeyim...

Dikkatli bir ifade ile...

ABD Başkanı'nın kakasının da...

Evet güleceksiniz ama...

Kakasının da paketlenerek ABD'ye götürüldüğü belirtilmişti...

Ona bile stratejik anlam yüklenmişti...

Dışkı ve idrarların başka ülkelerin eline geçmesinin...

Başkana ilişkin gizli sağlık bilgilerini açık edebileceği düşünülmüştü...

O günlerde...

Roman gibiydi yazdığımız haberler...

Televizyonda yaptığımız yayınlar...

Çok keyif alıyor...

"Bu Amerikalılar da işi iyice filme döktüler" diyorduk...

Henüz o denli şizofren değildik.

Bize garip gelen.

Magazinel bir çok ayrıntı vardı...

Meslek hayatımda çok özel günlerdi...

Aslında.

Çok şey de öğrenmiştim.

Sonrasında Obama'yı da izlemiştim 2009'da ama.

Sanki bu denli sansasyonel değildi...

Yine 1990'lı yıllara götüreyim sizi...

Ankara'daki İsrail büyükelçiliğine bir program için çağrılmıştık...

Üzerimizdeki bir çok şeyi çıkartıp.

Ellerindeki cihazlarla aramışlar...

O gün için şaşırtıcı şekilde...

Ayakkabılarımızı da çıkarttırmışlardı...

Anlam verememiştik de.

Henüz politik tansiyon o denli yüksek olmadığından...

Gülüp geçilmiş...

Çıktığımızda çok konuşup eğlenmiştik...

Basit bir paranoya mıydı?

Anlıyoruz ki değilmiş...

Zira FETÖ'nün 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında...

Belki iki ya da üç gün sonrasında...

Cumhurbaşkanlığı'na girişimizi hatırlıyorum...

Haklı olarak...

Kalemlerimiz bile toplanmış...

Bize görevlilerin verdiği kağıt ve kalemlerle içeri girebilmiştik...

Nasıl arandığımızın diğer ayrıntılarını anlatmıyorum...

Zira...

O günün psikolojik şartları açısından normaldi...

Zamanı ileri geri sarmaya devam...

2001 yılına gidelim...

İsrail milli günü resepsiyonu için Sheraton oteldeydik...

Otelin mutfağı...

İsrailli güvenlikçilerin kontrolü altındaydı...

Bugün ilişkilerimiz böyle olmasa bile...

Gelip o kadarını yapabilirler miydi yine...?

Çok emin değilim...

Nihayetinde orası onların değil.

Türkiye'deki bir otel!

Yine aynı tarz aranan konuklar.

Hatta otel müşterileri de buna dahildi...

Hatırlıyorum haber yapmıştık...

Her nasılsa bunu sorun etmemişti kimse......

Garsonlar...

Her yiyecek getirişlerinde...

Tekrar tekrar.

Üstelik çok bireysel mahremiyete saldırı anlamında aranıyorlardı...

Her neyse...

Bizim için.

Güvenlik konseptlerinin.

Komplo anlayışımızın.

Değiştiği bir numaralı olay, şüphesiz 11 Eylül 2001 tarihiydi...

Muhabirlik günlerimiz tabi...

Başbakanlık'ta o sırada Ecevit başkanlığında bir toplantıyı izliyorduk.

Gazeteciler için ayrılan camekanlı bir bölümümüz vardı...

Başbakanlık basın bürosunun televizyonunda izlemekte olduğumuz o 11 Eylül'ün ilk görüntülerinin...

Gerçek mi, yoksa bir bilim kurgu filmden mi alıntı olduğunu uzun süre anlayamadık...

Bildiğimiz bir şey vardı...

Bize söylenen.

O günlerde çokça gerçekliği sorgulanmayan...

Afganlı "teröristler" uçakları kaçırmış, ABD'nin New York kentindeki ikiz kulelere çakmıştı!

Sonra Washington'da aralarında Pentagon'un da olduğu bazı binalara...

Afganistan'da, Tora Bora dağlarının El Kaide militanları...

Demek ki uçaklar konusunda.

Onların kodları konusunda.

Rotalar ve dijital unsurlarına tam hakimlerdi!

Bu denli bilgiye sahiptiler...

Bu korsanları yetiştirmişlerdi!

Yapı itibarıyla çok komplocu değilim.

Michael Moore'un Fahrenheit filmlerindeki iddialar kadar ileri gidemesem de....

Olay garip ötesiydi.

Sonraki yaşananlar da malum zaten...

İşin orasında değilim de...

Böyle siyasi ve jeopolitik komplolara şahit olmayı sürdürecektik gelecek günlerde de...

11 Eylül'ün bize bıraktığı...

Uçaklara binerken yaşadığımız olağanüstü sorunlar...

Yanımızda taşıdığımız belli miktar üstü sıvıların...

Mesela parfüm şişelerinin...

Ya da traş jellerinin.

Gözümüzün önünde çöpe atılmasıydı o günlerde...

Mazallah...

Uçakta bomba üretebilirdik...

Bugün de benzer durumdayız...

Ama alıştık olağanüstülüğe...

Dünya başka bir yer haline geliyordu gün be gün...

Batı ülkelerinde şarbonlu mektup saldırıları başlamış.

Bir politik intikam aracı olarak kullanılma yoluna girmişti...

Bazı liderleri...

Gizli gizli zehirleyen komplo ilaçları ortaya çıkmış...

Ukrayna lideri Yuşçenko zehirlenerek, yüzünün gözünün şekli değiştirilmişti...

Tıpkı Hamas liderlerinden Meşal'in 1996 yaşadığı gibi...

Artık dünya... 

Filmlerde izlediğimiz sabotajların.

Yetersiz kaldığı...

Komplonun Hollywood'u yaya bıraktığı bir hale bürünmüştü...

Düşünün son bir iki yılda yaşadıklarımızı...

7 Ekim Aksa operasyonu ve sonrası İsrail'in giriştiği soykırım.

Hemen öncesinde...

Rusya gibi bir ülkede darbe girişimi...

Sonra bu olayın faili Prigojin'in uçağının gizemli şekilde düşmesi!

ABD'de daha önce hiç görmediğimiz bir karışıklık tablosu...

Trump taraftarlarının kongre baskını...

Trump'ın iki kez suikastten kurtulmasını saymıyorum bile...

ABD'de bir suikast geleneği var zira.

19.yüzyıldan bu yana, başkanlarını ya öldürüyorlar...

Ya bir mesaj veriyorlar...

Reagan da Trump da kıl payı kurtulanlardan...

Ama Trump sanki biraz fazla hedef oldu diğerlerine göre...

Ve...

Haniye'nin Tahran'da...

Odasında...

Noktasal öldürülüşü...

Akıl alır gibi değil...

Tekrar gelelim bugüne...

İsrail'in çağrı cihazları vasıtasıyla yaptığı dijital saldırı...

Bütün bildiklerimizi yeniden derlememizi gerektiriyor. 

Yirminci yüzyılda yazılan bütün bilim kurgu romanlarını yeniden yazdıracak şeyler...

Paranoyaklık artık hangi boyutlara varacak bilemiyoruz.

Bizim cebimizde.

Masamızda...

Akıllı televizyonumuzu taşıyan konsollarımızda...

Elektrikli arabalarımızın akıllı aksamlarında...

Nasıl bir şey taşıyoruz...?

O bataryalar...

Bir kaç saniyelik bir süreçte...

Verilecek bir sinyalle...

Bir bomba olabiliyorsa...

Nasıl dehşet verici...

Uçakta olsaydı mesela bu saldırıya uğrayanlar...

Ya da ötesi...

Kafanızda her türlü ihtimal...

Permütasyon, kombinasyonu kurabilirsiniz...

Son tahlilde...

Keşke 18 ve 19.yüzyıla dönsek diyecek duruma geliyoruz...

Dünyadaki asimetrik mücadelenin...

Birer kurbanları halindeyiz...

Farkında mısınız?

Teknoloji.

Kötü insanın elinde.

Dünyayı yaşanmaz bir yer haline getiriyor...

Ya kullanmayacaksınız.

Ki bu imkansız...

Ya da sadece sizin kontrolünüzde.

Ve üretiminizde olacak...

Yazılımlar sizin olacak...

8 yaşındaki Narin'in öldürülmesinde pay sahibi olanların bile...

Diyarbakır'ın bir köyünde...

Elektronik ve muhaberat alanında...

Bir takım karartma ve yanıltma planları yaptığı dönemdeyiz...

Son tahlilde...

George Orwell'in 1984 romanını çoğumuz okumuştur...

Büyük biraderin...

Dünyayı izlemesi...

Eminim Orwell bugünleri görseydi...

Romanını piyasadan çeker.

Baştan aşağı yenilerdi...

Ama bilmediğimiz...

Onun yaşadıklarımızın ötesinde neler yazabileceği...

Sahi...

Çocuklarımıza nasıl bir dünya kalıyor...

Dahası...

Kalıyor mu?

15 Eylül 2024 Pazar

GELECEĞE YETİŞEBİLMEK…


Tatlı bir Eylül gecesinde.

Balkondaki püfür püfür esintide...

Keyifle çayımı yudumlarken...

Gelecek hayallerinde buldum kendimi...

Aslında bu hayaller...

Terapi gibi bazen...

İnsana iyi hissettiriyor...

Ama bunlara çok saplanınca da...

Bir şeyler takılıyor kafana...

Zira...

Gelecek odaklı süreçlerin...

Bir şeyleri ertelemekle de ilgili olduğunu anlıyorsun.

Sonra düşünüyorsun.

İnsan neden erteler?

En güzel şeyleri...

Neden gelecekten umar?

Yoksa...

Bu hayat oyun ve eğlence yerine...

Tedbir ve temkinden mi ibarettir?

En basitinden.

Çoğu insan...

En güzel tişörtünü giymeyi bile...

Neden gelip gelmeyeceği belirsiz.

Özel bir güne bırakır?

En güzel parfümünü.

Neden her gün sürünmez?

Hayatının en asortik tatil planını.

Neden hep beyninde gizler?

Engel olarak gördüğü...

O hiç bitmeyecek.

Günün birinde geçeceğini umduğu.

Kişisel problemlerinin sırtına yükler?

Bir daha görüşebileceğinden emin olmadığın.

O güzel insanlarla.

Bir araya gelmeyi neden belirsizliğe bırakır?

Peki ya.

Gelecek dediğin süreç...

Sabun gibi bir şeyse...

Elinden kayarak...

Yok olup gidecekse...

Bunu anlamak için.

Yaşıtlarının bile. 

Yitip gidebileceğini görmen fayda etmiyor.

Hayat denilen.

O çok çeşitli.

Aslında en özel yemeğin...

En güzel bölümünü...

Bilmediğin.

Gelip gelmeyeceğine de emin olmadığın.

Bir zamanda yemeyi planlaman.

Bazen seni rahatsız etse de.

Değişemeyeceksin...

Ertelemeye devam edip.

Hayalini kurup.

O hayalle tatmin olacaksın yine...

Cenaze namazından çıkarken...

Ölümün alternatifsizliğini anlayıp.

Beş dakika sonra...

Hiç bir şey olmamış gibi.

Normal.

Kontrollü ve frenli.

Tedbirlerle dolu yaşamına dönmen gibi...

Sahi...

Gelecek nerede?

Ne kadar sürüyor?

Bilen var mı?

12 Eylül 2024 Perşembe

12 Eylül’de bir çocuk…


O günü cam gibi hatırlıyorum...

Sekiz yaşında bir çocuğun.

44 yıl önce yaşadığı hadiseleri...

Cam gibi hatırlaması...

Tam olarak yaşadığının ayırdına vardığını göstermese de...

Tarihe tanıklık ettiğini bir şekilde hissettiğinin işareti...

Evet.

12 Eylül 1980 darbesinin olduğu gün.

Sekiz yaşında bir ilkokul öğrencisiydim.

Olağanüstü bir şey olduğunu hissettim çünkü...

Babam evdeydi.

Normal koşullarda.

Esnaf olan babam hafta sonu bile o saatlerde evde olmazdı...

Ankara'nın orta halli bir semtinde.

Bir apartman dairesinde oturanlar olarak...

Kapının önünde başında miğferler olan askerler...

Ve belli ki "dışarı çıkmayın" diye uyarılan vatandaşlar olarak...

Bekliyorduk...

Sormuştum bu beklemenin nedenini...

Büyüklerim "ihtilal oldu" deyince...

İhtilalin ne demek olduğunu deşmemiştim...

Bugün "darbe" deniyor, o gün "ihtilal" deniyordu...

Bazen yaşadıklarınızı...

Yaşadığınız koşullarda değerlendirmek en doğrusu...

Bu nedenle darbenin bir kaç ay öncesinde...

Hissettiklerimi anlatmak istiyorum...

En başta...

Huzursuzluk...

Sadece huzursuzluk...

Her gün bombalar patlıyor...

Ev zangır zangır titriyor...

Sokaklar "kötü insanlar" tarafından ele geçirilmiş gibi...

Ortaokula giden ablamlara bile...

Annem babamdan sıkı talimatlar...

"Sakın siyasi bir şey söylemeyin" diye...

"Sağcı mısınız, solcu musunuz?" Diye soranlara cevap vermeyin uyarılarıyla yola çıktıklarını...

Sekiz yaşındaydım da görüyordum yine de...

Ya da...

Gece yarıları evimize gelen...

Gencecik...

Yirmili yaşlarda insanların.

Babamdan para istemeleri...

Sözüm ona "yardım" toplamalarını...

Babamın o günkü şartlarda, elli lira yüz lira hepsine para vermesi...

Bunlar, sağdan soldan olabiliyordu tabi...

"Yardım" toplayanlar arasında...

Devrimciyiz diyen de vardı.

Milliyetçiyiz diyen de...

Annem babama bazen çıkışır...

Neden gelenlere para verdiğini sorar...

O günlerde bile son derecede apolitik bir insan olan babam...

"Ne yapalım, başımıza iş mi gelsin" derdi...

Hava kararınca sokağa çıkılmaz...

Gece evde uyumaya çalışırken...

Tabanca sesleriyle irkilirdik...

Komşu ziyaretleri bile hava kararınca askıya alınırdı..

Yani...

Demem o ki...

Kadayıfın altı giderek kızarıyordu...

Darbe koşulları oluşturuluyordu da...

Biz bunu öyle idrak etmiyorduk o zaman...

Biz derken...

Ben küçücük olsam da...

Aile çevresi...

Mahalle çevresi...

Huzur ararken huzursuzluğun içinde buluyordu kendini...

Herkes...

Kendisini bu ortamdan kurtaracak bir "derman" arıyordu...

O derman da.

Türk silahlı kuvvetleri gibi gösteriliyordu...

Çocuk kulağım duyardı...

İş "askere" gidiyordu...

Halk işlerin içeriğini bilmez de...

Askere güvenirdi!

Arkasında çevrilen yolsuzlukları, dümenleri bilmez de...

Cuntacı olarak düşünmez de...

Demokrasiyi filan umursamaz da...

Askere güvenirdi yani!

Hava buydu...

Aslında cuntaydı da...

Tsk diyorduk...

Neyse...

Tekrar 12 Eylül gününe dönelim...

Asker kapımızda beklerken...

Neler yaşandığını daha net anlayabilmek adına...

"Radyonuzu açın, ihtilal bildirisini dinleyin" tavsiyesinde bulunuyorlardı...

O günlerde...

Sanyo marka bir radyomuz vardı...

Orta büyüklükte...

Şimdikiler bilir mi?

Hala üretilip üretilmediğinden emin olmadığım büyük silindir piller vardı...

O radyo altı büyük pille çalışıyordu...

Ve hepsi boştu...

Televizyon yayınları akşama kadar yoktu...

O nedenle...

Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'in sürekli döndürüp dolaştırıp yayınlanan darbe bildirisini dinlemek için radyoya pil almak lazımdı...

Sokağa çıkma yasağında...

Radyoya pil almak...

Bu nasıl olacaktı?

Darbeciler bunu da düşünmüştü...

Fırınları ve bakkalları açık tutuyorlardı...

Ekmek ve pil alınabiliyordu...

Hatta teşvik ediliyordu...

Ailelere "çocuklarınız dışarı çıkabilir" denmişti sanırım...

Oyun da serbestti...

Bakkala gitmek de...

Ben bakkala gitmiş ve pil, ekmek gibi ihtiyaçları almıştım...

Radyoda Hasan Mutlucan'ın darbelerle özdeşleşen türküleri...

Ve arada Kenan Evren'in bildirisi...

Sonra kapımız bir kez daha çaldı...

Komşular babamı aşağı davet ettiler...

Askerler apartmanlara birer ikişer kova boya dağıtıyorlardı...

Apartman dış cephelerinin acilen boya ile kapatılması gerekiyordu...

Zira darbe öncesinde bütün apartmanlarda...

"Anarşist" denilen örgütlerin...

Sloganları yazılıydı...

Bunların üstü boyandı.

Bütün apartmanlar tekir bekir hale gelmişti...

Ne bir kurşun sesi duyuluyordu...

Ne bir şey...

Aniden "huzur" gelmişti!

Sonrasında neler yaşandı?

12 Eylül'ü takip eden günler...

Eminim bir çok evde...

Sobalar fazla mesai yapmıştı!

Evlerdeki kitapların yakılması için...

Bizde var mıydı o sakıncalı kitaplar bilmiyorum da...

Ablamın bazı kitaplarını...

Banyodaki termosifona attıklarını biliyorum...

Ne olur ne olmaz diye...

Ablamlar orta okula gidiyorlardı...

Darbe öncesinde.

Okula giderlerken...

Çantayı hangi omuzlarına takacaklarını hesap ediyorlardı...

Öyle ya...

Sağ omzuna taksan, sol omzuna taksan...

Hepsi ayrı sıkıntı...

Acayip bir şey...

Sonradan asker geldi...

Bunlardan kurtardı ülkeyi!

Tabi ironik bir durum ama...

İnsanın canından önemli bir şey yok...

O günün koşullarında...

"Ordudan Allah razı olsun huzurumuz geldi" anlayışı...

Hiç de az buz bir şey değildi...

Apartmanımızdaki Şahin amca...

Ve okulumuzdaki bir iki öğrencinin annesi babası dışında...

12 Eylül'ün getirdiği 1982 anayasasına...

Neredeyse kimse hayır vermemişti çevremizde...

Hani bugün diyorlar ya...

Şeffaf oy zarflarıyla baskı oluşturuldu diye...

O yüzden yüzde 92 oy aldı diye...

Ben baskıdan ziyade...

İnsanların sokaklardaki huzursuzluk ve algılatılan "anarşi" ortamına dönmek istemedikleri için...

İsteyerek evet oyu verdiklerini.

Ve bunun gayet "insani" olduğunu düşünüyorum...

Yıllar sonra darbe öncesi ve sonrası şartların nasıl olgunlaştırıldığını...

ABD'nin "bizim çocuklar başardı" itirafını...

Rogers planını...

Yunanistan'ın NATO engelini aşması için...

Hiç bir şey almadan vetomuzu kaldırışımızı...

FETÖ'cülerin...

15 Temmuzcu hain sözde generallerin.

12 Eylül'ün hemen sonrasında Harbiye'ye girişlerini...

Vesayetin damarlarını bir bir yeniden inşa etmelerini...

Ve bunun gibi pek çok şeyi görünce...

Cuntacıların işi nasıl ince kurguladıklarını...

O kadar net algılıyor ki insan...

O gün 12 Eylül'ü "kurtuluş" gibi görenler çoktu...

Tabi ailesinden işkence görenleri...

Öldürülenleri benim çevremde pek bilmiyorduk...

Apolitik...

İşinde gücünde insanlardı çoğu çünkü çevremiz...

Önemli olan da onların darbeyi nasıl algıladığıydı...

Darbe sonrası günlerin...

Siyah beyaz televizyonlarında...

"Ben hoca çocuğuyum" diyen Kenan Evren'in...

Sonradan tek tek itiraf ettiği...

"Bir sağdan, bir soldan adam asmaların"

Ve şartların olgunlaşma sürecinin...

Nasıl kurgulandığı...

Bugünlerde hani çok tartışılıyor ya...

"Mustafa Kemal'in askerleriyiz" sloganları altında...

O günlerdeki kesif "Atatürkçülük" söyleminin...

Hatta...

Evren'in...

Hal ve tavırlarıyla...

Atatürk'e nasıl benzediğinin...

Her akşam haberlerde çıkan Milli Güvenlik Konseyi'nin çatık kaşlı üyelerinin...

Atatürk kadar şık olduğunun konuşulmasının...

Gardrop ve söylem Atatürkçülüğünün...

Hemen her darbede olduğu gibi...

O günlere de kılıf oluşturmasının....

Daha çok yazarım da...

Uzar gider...

Bazen gelişmelere...

Uzaktan.

Kırk elli yıl sonradan bakmak iyi geliyor...

Çok net konuşmalıyım...

Darbeler bu ülkenin kaderi olmamalı...

Darbenin kırıntısını çağrıştıran ufacık hadiselerin bile...

Çok sert şekilde üzerine gidilmesi gerektiği.

Bir ülkede yaşıyoruz...

Bu gibi şeylere özlem duyanlar...

Hayatımızda olmamalı...

Kimin yaptığının...

Sonrasında kimin budandığının...

Önemi bulunmamalı...

Türkiye'nin kaderi...

Cunta özlemiyle yananların...

İhtiraslarına kurban edilmemeli...