29 Temmuz 2020 Çarşamba

SEVİYE

SEVİYE...


Bazen damdan düşer gibi.

Aniden aklına bir şey gelir.

Paylaşmak istersin.

Öyle oldu bugün...

Bu kez siyasi seviye ve hafıza üzerine.

Özellikle de seviye üzerine yazacağım.

***

Meşhur örnek var hani.

1991 seçimleri öncesi malum TRT açık oturumu.

Liderler, Demirel, Yılmaz, Ecevit, Erbakan, Türkeş, Perinçek.

Moderatör Can Okanar...

YouTube’da izleyenler.

Paylaşanlar diyor ki...

“Ah canım ne güzel” bir tartışma.

Seviye muhteşem.

Doğru.

Ama.

“Nereden nereye geldik” diyenlere katılamam.

Çünkü 80 ve 90’lı yılların siyasi seviyesi.

O programdaki gibi değildi.

Siyasetin genel tiplemeleri.

Salon adamlarından oluşmuyordu.

Örneklerle gidelim...

****

Erdal İnönü.

Turgut Özal’ı eleştirince.

Özal da ona.

“Küçük Turgut’a anlat” demişti.

ANAP’lı bakan Güneş Taner.

Referandum öncesi.

Hayır oyunun rengindeki...

Turuncu tişörtü giyince.

DYP’li Cindoruk.

“Aman ha kamyoncuların oraya gitme” demişti.

Bir emniyet müdürü.

Bir siyasetçiye “dinsiz” derken...

Hükümetin bakanı.

Muhalefet liderine “yavşak” demişti.

İktidarın bir vekili, Avrupalı kadın parlamentere ‘or..pu’ derken...

28 şubatın darbeci komutanı.

Kadın bakanı kazığa oturtmaktan bahsetmiş.

Bırakın diğer partilerden.

O partinin vekillerinden bile tepki gelmemişti.

Hatta.

Komutanın biri o kadar ileri gitmiş.

Başbakana ‘pe....nk’ demiş.

Dönemin Cumhurbaşkanı.

Neredeyse...

Komutana hak vermişti!

Seviye mi dediniz?

Yerlerdeydik...

O dönemlerde Twitter yoktu.

Hakaret doğrudan yapılır.

Çat diye küfredilirdi.

Özel hayattan bahsedenler.

O günü hatırlasın...

Kadın bakanın bekareti tartışılmış.

Bakanlar kurulunda kadının uyuya kalması üzerine.

“Bekaretini korurken yorgun düşmüş” esprileri yapılmış.

Bunlar medyaya sızmış.

Siyasi tartışma olmuştu!

Meclis’te lezbiyen vekil avına çıkıldığı günleri merak edenler.

Gazete arşivlerine baksın.

Geçmişte...

Siyasetçilere ‘celebrity’ muamelesi yapılır.

Özel hayatları didiklenir.

Evine televizyon almayan.

Ayakkabısını kapısının önüne koyan siyasetçiler.

Siyasi ihbarcıların da yardımıyla.

Gazete manşetine taşınırdı.

Kişisel mahremiyet bitik.

Ortam.

Mahalle kahvesinden farksızdı...

Kibar bilinen siyasetçi...

Elinde taşıdığı önemsiz eşyayı.

Hatıra olsun diye kapmaya çalışan vatandaşa.

“Bırak onu ..... ko....mun çocuğu” demişti...

Bir genel başkan.

Üstelik canlı yayında.

Karşısındaki siyasetçiye “p.şt” demiş.

Ayağa kalkıp yumruk atmaya çalışmıştı.

“Şerefsiz onbaşı” diyenden.

Vekil arkadaşının yüzüne tükürene kadar.

Neleri gördük.

Arşivdeki iki eski görüntüden.

Duygusal güzellemeler...

Şark işi genellemeler çıkaranlar.

İşin zorunu da yapıp...

Geçmişin seviyesiz tarafını da görmeli.

Zayıf hafızaya sözümüz yok ama...

Herkes işine geleni hatırlarsa.

Hakikat yoluna değil...

Churchill’in meşhur sözündeki.

Sosis imalatına çıkarız...

26 Temmuz 2020 Pazar

KERAMET SEYİRCİDE Mİ?

KERAMET SEYİRCİDE Mİ?


Futbol tutkunları bilir.

Seyircili maçlar şölendir.

Ama.

Seyircinin takımına etki gücü ne?

Bu kısım hep abartılır.

Ben de merak ettim.

Biraz rakamlarla uğraştım.

Pandemi dönemindeki seyircisiz haftalar ile.

Geçmişteki seyircili haftaları karşılaştırdım.

Sonuçlar sizi şaşırtacak eminim.

Seyircili 25 haftada.

Maçların 95’ini ev sahipleri.

69’unu misafir takımlar kazanmış.

Yani..

Maçların yüzde 42.2’sini ev sahiplerinin.

Gelelim seyircisiz 9 haftaya.

Ev sahipleri 40, deplasmandakiler 22 maç kazanmış.

Ev sahiplerinin kazanma oranı %49.38’e çıkmış...

Yüzde 7 artmış.

Seyircisiz oynarken bile iki maçtan birini kazanmış ev sahipleri.

9 hafta ve 81 maç, genelleme için ne derece uygun tartışılabilir...

Ama.

Örneklem hiç de az değil.

Devam edelim...

Sırada goller.

Seyircili oynanan ilk 25 haftada ev sahibi takımlar 361, misafirleri ise 272 gol atmış.

Yani.

Gollerin yüzde 57’si ev sahiplerinden...

Pandemi döneminde ne olmuş?

Ev sahipleri 135, konuklar 102 gol atmışlar.

İlginç ama.

Oran aynı.

Gollerin neredeyse yüzde 57’si ev sahiplerinden.

Peki.

İşin en zevkli tarafına gelelim.

Sonuca...

Genellemelere mesafeli olsam da.

İstatistik bilimi inkar edilemez.

Benim çıkardığım.

Futbolda ev sahibi avantajı salt seyirci ile ilgili bir şey değil.

Deplasmana gelen takım.

Belki yolculuk stresi.

Yorgunluğu.

Ya da.

Tamamen psikolojik nedenlerle.

Bir adım geride durmaya.

Ev sahipleri de hep cüretkar olmaya şartlanmış.

Seyirci kritik yerlerde önemli katkı verse de.

Total etkisi abartılmış.

Hatta ülkemizde.

‘Şanlı taraftar’.

‘Büyük seyirci’ diyerek

Bazı gruplar şımartılırken.

Gerçekler tam teşhis edilememiş...

Seyircinin bazen.

Kendi takımına menfi etkide bulunduğu görmezden gelinmiş.

Tam da bu nedenle.

Seyircisiz Başakşehir’in şampiyonluğu pandemiye bağlanamaz.

Zira.

Başakşehir seyircili dönemin de en çok puan toplayan iki takımından biri.

Üstelik.

Son dört yıl tek bir sezon gibi düşünülse.

En çok puan toplayan takım yine onlar.

Sonuçta.

Futbolda ev sahibi avantajı inkar edilemez.

Ama kerametin ne kadarı seyircide?

Bence bu kısmı düşünmeye değer...

19 Temmuz 2020 Pazar

MARDİN

Mardin


Sayısını unuttum. 

Kim bilir kaçıncı kez Mardin’deydim.

Bir sempozyum için.

Ondan da bahsederim.

Ama...

Önce gördüklerim...

Her sefer anlatacak yeni şeyler buluyorsunuz bu kentte.

Çok bilinenleri bir kenara bırakıp...

Yeni öğrendiklerimi yazayım.

Kaldığımız yer Artuklu Üniversitesi’nin uygulama oteli.

Efsane bir yapı.

Böyle tarihi bir filmin setinde izlenimi veriyor.

Şöyle anlatayım.

Sıla dizisinin bir kısmı burada çekilmiş.

İzlemedim ama izleyenler hemen hımmm diyecek...

Oda tavanı on metre yüksekte.

Taş mimari.

Kireç taşı.

Ulu Caminin karşısında.

Mimarı Ermeni.

Tıpkı bir dönemin Mardin’ini dizayn eden diğer mimarlar gibi.

Eski Mardin evleri manzara hukukunu gözetiyormuş.

Gerçekten de bakıyorsunuz, hiç birinin manzarası diğerini kesmiyor.

Kireç taşı bu kentten çıkıyor. Islak çıkıyor. Şekil vermesi kolay oluyormuş. Binayı yapınca kuruyup sertleşiyor.

Çok ilginç ama Mardin’de Osmanlı yapısı neredeyse yok. 

Şehirde çok kültürlülük ve çok dinlilik olsa da, gettolar hiç olmamış.

Avrupa’nın aksine. Kimse dışlanmamış.

Anadolu’da Roma’nın girmediği yer yok.

Haliyle Mardin de nasibini almış.

Dara antik kenti mesela.

6.yüzyıl...

36 yıldır kazılıyor.

Sadece dörtte biri çıkmış.

O kadarı bile muhteşem.

Klasik Roma caddeleri. Agora.

Nekropol. Yani taş mezarlar.

Hepsi çıksa. Gece aydınlatılsa. Dünyada benzeri olmaz. Öyle diyeyim...

Deyrül Zafaran kilisesini hepiniz bilirsiniz. Ben defalarca gitmiştim önceden. Ama... Kendimi kınadım bi kez... Çünkü anlamını yeni öğrendim. 

Safran Manastırı anlamına geliyormuş. Sarı manastır da deniliyormuş. 3.800 yıllık bir yapı. Yani. Hristiyanlıktan önce de var. Güneşe, yıldıza aya tapanlar, 400’lü yıllarda hristiyanlığa geçince burayı manastır yapmışlar. Hani moda tartışma var ya. Aslı neyse o diye. Burası aslında pagan ibadethanesiymiş. Her neyse.

Beni asıl hayrete düşürense, 3.800 yıl önce inşa edilen bu yapının tek bir taşının bir buçuk ton olması. Daha da ilginç olanı için sıkı durun. Bu taşlar aralarında hiç bir yapıştırıcı olmadan birbirine bağlı duruyor. Hepsi kilit taşı. Birbirini tutuyor ve neredeyse 4 bin yıldır, depremler, felaketler görmesine rağmen kımıldamadan duruyor. İnanılmaz...

Duvarlarında Aramice, Süryanice yazılar. Aramice olanlar hristiyanlığın ilk döneminden. İncil dilinde yani. Süryanice olanlar Arap alfabesi.


YABANİ MEYVELİ YEMEKLER

Biraz da yemek kültürü.

Bildiğiniz Mardin yemeklerini anlatmayacağım.

Ama yeni öğrendiğim çok ilginç bir ayrıntı.

Ne yerseniz yeyin.

İster güveç.

İster bulgur pilavı.

Hepsinin içinde yabani meyveler, sebzeler var.

Mesela.

Güveçte domates patates yok.

Onun yerine dağdan toplanan alıç, yabani erik var.

Yemeğin üstüne gelen tatlı ise yabani armut tatlısı.

Hala oranın doğasında mevcut.

Peki neden böyle?

Çünkü bize domates patates gibi sebzelerin gelmesi sadece 150 yıl önce.

Eski Mardinliler ise bulduklarıyla yapmış herşeyi.

Haliyle.

Herşeyde bir mayhoş tat.

Yabani bir güzellik.

Tabi acı.

Ama yakışmış...

Bu anlattıklarım orijinal Mardin yemekleri.

Sonradan uydurulanlar için bir şey diyemem.

Bu muhteşem bilgileri, bize ikram ettiği harikulade sofrada anlatan ise Artuklu Üniversitesi Rektörü İsmail Özcoşar.

Hep yanımızdaydı.

Sempozyumda da.

Bu arada.

Anadolu Yayıncılar Derneği Başkanı Sinan Burhan’ın harika organizasyonu ve “Uyuşturucu ile mücadele ve basın” sempozyumunda konuşmak da şahsım adına bir ayrıcalık oldu.

Neyse.

Lafı uzatmadan fotoğrafları konuşturmak en iyisi.

O halde.

Fotoğraflarla aranızdan çekiliyorum...

13 Temmuz 2020 Pazartesi

TESTİ

Güzel insanlar vardı.

Acelesiz.

Güler yüzlü.

Esnafı babacan.

Müşterisi temiz.

Ne kadar olduğunu bilmediği.

Desteyle parayı.

Benim gibi küçücük bir çocuğa saydırıp.

Kalan borcunu yazdırıp.

Malını kamyonete yükletip.

Kasabasına doğru yola çıktığında.

İçi rahat.

Kafası rahat.

Güzel insanlardı…

***

Çarşının kapıları herkese açık.

Sofralar açık.

Muhabbet açık.

Anında tanış.

Gir içlerine…

Ye, iç…

Çocuklar.

Oradan oraya koşturan.

Herkesin birbirine emaneti.

Kimse kendi çocuğundan ayırt etmez.

Cuma namazına giden dükkanını kapatmaz.

Kapısına bir sandalye koyar.

Bazısı istediği malı alır.

Parayı tezgaha koyup giderdi…

Kapılar han kilidi gibi kilitlenmez.

Çekilip gidilirdi.

Siteler yok.

Kameralar yok.

Zengini fakiri.

Herkes için şartlar yakındı.

Hayat yine zordu.

Hatta şimdikinden de zordu ama…

Mutluluğun sırrı çözülmüştü sanki.

Ya da.

Ben çocuktum.

Öyle geliyordu…

***

Geçtiğimiz hafta dayımdan bir mesaj geldi.

Mesajda bir fotoğraf.

Fotoğraftaki plastik bir testi.

Rahmetli babamın ürettiklerinden.

Gürses Plastik yazıyor…

İnsan böyle şeyleri görünce.

Hayattan mola isteyip.

Derin derin dalıp.

Anılara gidiyor.

Artık aramızda olmayan.

Akraba, müşteri, amca, abi.

Güzel insanların arasına…

Anlıyorsun ki.

Artık kullanılmayan eski bir eşya bile.

Yaşarken fark edemeyeceğiniz.

Hunharca değişimi.

Bozulan insanları

Sarsılan güveni hatırlatıyor.

***

Zaman tünelinden giren.

Değişerek çıktığını anlamıyor.

O günleri yaşayanların çocukları.

Baba ve dedelerinin aksine.

Gelecek paranoyası içinde.

Güven duyguları örselenmiş…

Daha çok para.

Pahalı ve izole evler.

Daha gösterişli arabalar.

Abartılmış emniyet peşindeler…

Güvenmiyorlar.

Güvenenlere de.

Kuşkuyla bakıyorlar.

Onlara gerçeği hatırlatansa.

Bazen bir tanıdığın cenaze namazı.

Bazen bir şarkı.

Bazense.

Depodan çıkan plastik bir testi oluyor…