29 Nisan 2020 Çarşamba

"BAŞARDIK" DEMEK YASAK ÇÜNKÜ AKDENİZLİYİZ...


“BAŞARDIK” DEMEK YASAK, ÇÜNKÜ AKDENİZLİYİZ...
Rakamlar artık iyi…
Moraller de.
Ama…
Daha sabretmek gerekiyor…
Telefona sarıldım.
Sağlık Bakanlığı yetkililerinden tutun da.
Bu işin zirvesindeki profesörlerle konuştum.
Özet geçeyim…
Hani bir baba çocuğuna “iyisin” demeye korkar ya…
Yeni yetme futbolcuyu “göklere çıkarmak” sıkıntıdır ya…
Sevgililer bile birbirini pofpoflarken fren mekanizması kullanır ya.
Aynen o durumdalar.
“Haftanın rakamları çok iyi” demeye korkuyoruz diyorlar.
Veriler açıklanıyor.
Ama dudaklar da ısırılıyor.
Açıkça söylenmese de.
Türk toplumunun Akdenizli özelliğinden çekiniliyor.
Unutmayın.
En büyük darbeyi yiyen ülkelerden üçü.
İtalya, İspanya ve Fransa…
Peki ne yapacağız?
Normalleşme planı suç mu yani?

"TEK HANEYE DÜŞMEDEN GEVŞENMEZ"
Hocaları konuşturayım en iyisi.
Dost sohbeti yaptığımdan isimlerini vermiyorum.
Kötümser olanından başlayayım.
 “Bayram öncesi her normalleşme adımı erken” diyor.
Dahası.
“Başardık” kelimesini doğru bulmuyor.
Birkaç güne kadar vaka sayılarının 1000’in de altına düşeceğini.
100’lü rakamlara geleceğini…
Ama bunun da rahatlamaya neden olmamasını istiyor.
“Yeni Zelanda’daki gibi tek haneli rakamlara ulaşmadan gevşenmez” diye de ekliyor.
“Peki normalleşmeyi tartışmak suç mu?” diye sorunca da…
“Tartışılması gereken normalleşme değil. Normalleşmenin nasıl olacağı” cevabını veriyor.

“SÜRÜ BAĞIŞIKLIĞI MUTLAKA YAŞANACAK”
Bu sıfırcı hoca bile…
Virüsün belinin kırıldığını.
Ama yaralı aslan misali.
İşinin bitmediğini söylüyor.
“Toplumsal immunizasyon ile sağlık süreci yönetimi dengeli gitmeli” diyor…
Yani…
Sürü bağışıklığı yasak kavram olsa da…
“Kaçış yok, yaşanacak”

“İKİNCİ, ÜÇÜNCÜ, DÖRDÜNCÜ DALGADAN KORKULMAMALI”
Kötümser profesörün 65 yaş üstü için de mesajı aynı tonda:
“7 milyon vatandaşımız 65 yaş üstünde. Bunları evde nereye kadar tutacaksın?”
Peki ne yapmalı?
Cevap son günlerin moda önerisi:
“Hafta sonları yürüyüş izni vereceksin”
Çekinerek bir soru daha soruyorum.
Şu meşhur ikinci dalga meselesini.
Diyor ki:
“İkinci dalga olacak diyorlar. Ben eli artırayım, üç ya da dördüncü dalga da olacak”
Peki ayvayı yedik mi o halde?
Neyse ki öyle değil.
“Koronavirüs ailesinin dalgasından korkulmamalı. Dalga boyları hep düşecek. En son dalga hissedilmeyebilir bile.”
Bunu duyunca.
İçimden derin bir “ohh” çekiyorum.
Vedalaşıyoruz…

“PAZARTESİ ÜÇ HANELİ VAKALAR GÖRÜLEBİLİR”
Telefonu kapattım, biraz düşündüm.
Hayata iki yönüyle bakmak adet olmalı.
Bir tarafa pozitif ayrımcılık yapılacaksa.
Şımarmayacağına da güveniyorsan.
İyimserler kollanmalı.
İyimserliği ile nam salmış bir profesörü aradım bu kez.
Vaka sayılarının tavan yaptığı günlerde bile…
TV programlarında içimizi ferahlatıyordu.
Bazen...
“Yok artık Lebron James” dedirtmeyi bile başarıyordu.
Son derecede kibar hocamız…
Hemen bombayı patlattı:
“Pazartesi günü üç haneli vakaları görülebilir” dedi.
Dahası…
“Eylül ve Ekim’de 10’lu 20’li vakalarla karşılaşırız”
Ne kadar iyimser olsa da.
Yine mesafeli yaşayacağımızı.
Herkes virüsü kapmadan.
Vakalar sıfırlamadan.
Ya da.
Virüs huy değiştirmeden.
Bir anda başa dönülemeyeceğini söyledi..
Velhasıl…
Büyük emekler harcandı.
Kazanımlar heba edilmemeli.
Bana söylenince de kızıyorum ama.
Sabır büyük silah.
Mayıs'ta da sabır.
Hatta kısmen Haziran'da da.
Sıfırcı hocamız diyor ki:
"Bu yıl yaz Eylül'de başlarsa şaşırma"
O da biliyor ki çabuk gevşiyoruz.
Ve biliyor ki biz de Akdenizliyiz...

28 Nisan 2020 Salı

Virüs dilimizde...


VİRÜS DİLİMİZDE
Covid19 sonrası nasıl olacak?
Bilimsel kısmını bilemem...
Ama dilimize yapışan kalacak.
Farkında mısınız?
Hepimiz yarı doktoruz.
Teknik konuşuyoruz.
Bizim için ferahlama…
Pik noktası ve çan eğrisi.
Plato dediğin, Erzurum, Kars değil.
Enfekte olmaktan kaçıyor…
İmmun sistem için keçiboynuzu özü yiyip.
Kinin gazozu içiyorsun.
“Filyasyon” lafı çok fiyakalı…
‘İnziva’ romanlarda kaldı.
İzole ol, karantinaya gir…
‘Sürü bağışıklığının’ algısı ‘kırsal’ ama…
“Olalım da kurtulalım”dan havalı...
Ortada görünmüyorsan.
Hastalık ‘baskılansın’ diyedir.
Aşı da çocukluk nostaljisi değil…
ACE Reseptörü diyenin diplomaya ihtiyacı yok.
Artık cüzdanı unutuyor.
Maskeyi unutmuyoruz…
Dezanfektanlar içinde pürel gibisi yok.
Salgın demek yetmez.
Yerel mi küresel mi?
Dahası…
Endemi mi pandemi mi?
‘Entübe hasta’, doktorların dilindeyken.
Anlamasak da ses etmiyor…
“Vardır bir hikmeti” diyorduk.
Artık mahalle mavralarında…
Yediğin dokunmuşsa…
Kontamine olmuşsundur.
Bana arkadaşını söyle.
Sana ‘risk grubunda’ olup olmadığını söyleyeyim.
Eski hayatında sosyal bir insandın.
Şimdiyse sosyal mesafe insanı…
Uzattım farkındayım.
Bitireyim de.
House Party’ye zaman kalsın…

27 Nisan 2020 Pazartesi

27 NİSAN MUHTIRASI VE GİZEMLER


27 NİSAN MUHTIRASI VE GİZEMLER…
      Üzerinden tam 13 yıl geçmiş.
      27 Nisan 2007’deki…
      Hükümetlere verilen ilk muhtıra değil.
      Ama reddedilen tek muhtıra.
      Başbakanlık muhabiriydim o günlerde.
      Bildiklerinizi de yazacağım.
      Benim bildiklerimi de.
      Önce başa gidelim.
      Başbakan Erdoğan, Ak Parti’nin Cumhurbaşkanı adayını açıklıyor.
      Abdullah Gül.
      İsimden daha önemlisi.
      Ak Parti’nin içinden.
      Eşinin başı kapalı.
      İlk kez müesses nizamın belirlemediği birisi… 
      Aday açıklandı.
      Meclis’te ilk tur seçimler öncesinde…
      Beklenen centilmenlik dışı hamle geldi…
      Genelkurmay Başkanı Büyükanıt bildiri yayınladı.
      “Sözde değil özde laik” cumhurbaşkanı istedi.
      Aslında dayattı…
      Kahvesini aldı ve televizyonunun karşısına geçti.
      Geçmiş tecrübeler, “işlem tamam” diyordu.
      Ak Parti seçmeni bile “Buraya kadarmış” deyiverdi o gece.
      Hükümet ya istifa edecek.
      Ya seçime gidecek.
      Ya da kendisine dayatılan cumhurbaşkanı adayını kabul edecekti.
      Eğer şanslı ise, Ak Parti içerisinde “Uyumlu” biri dayatılacaktı.
      Normal şartlarda ise, dışarıdan dayatılan birini Meclis’te seçecekti.
      Sistem Erdoğan’ı ‘uysallaştırmak’ istiyordu.
      Erdoğan yol ayrımındaydı.

SONUNA KADAR DİRENME TALİMATI
       Muhtıra gecesi Erdoğan Başbakanlık konutundaydı.
       Yanında da o dönemin bilinen isimleri.
       Muhtıraya karşı Erdoğan’ın kafasında bir plan var ama…
       Hem istişare etmek adına.
       Hem de kimin nerede durduğunu görmek için…
       Herkese fikrini soruyor.
       Bir kısmı "daha sert bir bildiriyle karşılık verelim" diyor.
       Bazısı “askerle uzlaşmayı” teklif ediyor.
       Uzlaşma nasıl olacak?
       Ak Parti içinde müesses nizamın itiraz etmeyeceği bir cumhurbaşkanı adayı…
       Eşinin başı açık olması şart tabi.
       İsimler de telaffuz ediliyor.
       Erdoğan sessizce dinliyor.
       Sonunda kendi görüşünü açıklıyor.
      "Bu kez geri adım atmak yok" diyor.
       Büyükanıt’a sert bir karşılık verilmesine…
       Daha sert bir karşı bildirinin kaleme alınmasına karar veriyor.

HÜKÜMETİN METNİ MUHTIRADAN SERT
        Başbakanlık konutunda ışıklar sönmüyor o gece.
        Hükümetin önde gelen kurmayları.
        Metne katkı veriyor.
        Birkaç kez yazılıyor.
        Erdoğan’a gidiyor geliyor.
        Defalarca değişiyor.
        Tek bir “uzlaşmacı” ifadeden kaçınılıyor.
        Tepeden ifadelerle kaleme alınıyor her bir paragraf.
        “Şurayı yumuşatsak” diyenler oluyor kuşkusuz.
        Erdoğan çok tavizsiz…
       Metnin son hali geldiğinde.
       Bir sonraki günün öğle saatleri…
       Erdoğan “olur” veriyor.
       28 Nisan 2007.
       Saat 17.00…
       Vekaletler Caddesi.
       Başbakanlık Merkez Bina.
       Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek metni kamuoyuna duyuruyor.
       Büyükanıt’a çok daha sert ifadelerle yanıt veriliyor.
       İdeal olanı, Genelkurmay Başkanı’nın görevden alınması aslında.
       Ama bu bile o dönem için büyük adım.
       Metni bilen biliyor.
       Sadece bir cümlesi…
        “Genelkurmay Başkanı Başbakan’a bağlı bir memurdur.”
       Şeklen doğru.
       Ama kimsenin o güne kadar dile getiremediği…
       Demirel’in Erbakan’ın cesaret edemediği.
       Mesut Yılmaz’ın düşünmek bile istemediği…
       Bu korkulara rağmen…
       Kıyamet kopmuyor.
       Hükümet Cumhurbaşkanı adayında direniyor.
       Abdullah Gül yeniden aday oluyor.
       Seçiliyor.
       Biten sadece ilk raund.
       Müesses nizam pes etmiyor.
       Önce 367 krizi.
       Cumhurbaşkanlığı seçiminin iptali…
       Sonra genel seçim kararı.
       Sonra yeniden Cumhurbaşkanlığı seçimi.
       İşin dördüncü ve beşinci raundları da var tabi.
       Ak Parti kapatma davası.
       Sonra FETÖ’nün yargıdaki darbe girişimleri.
       Devam edelim…

ERDOĞAN YALPALAYANLARIN ÜZERİNİ ÇİZDİ
       27 Nisan gecesi Erdoğan’a bulunmaz bir fırsat verdi.
       O gece Büyükanıt’a verilecek cevabı ararken.
       Gelecekte kiminle yol yürüyüp yürümeyeceğine de karar verdi.
      O gece bazı yol arkadaşları davet gelmediği halde Başbakanlık Konutu’na giderken.
      Salonlar dolup taşarken…
      Bazıları devekuşu numarası yaptı.
      Krizin aşılmasını evinde bekledi.
      Eşinin dizinin dibinde oturdu.
      Pozisyon almaya korktu.
      Acele etmedi.
      Ama siyasi kariyerini bitirdi bilmeden…
      Bize gelen bilgiler o yönde ki…
      Erdoğan muhtıra sonrası iki grupla yolları ayırmaya karar verdi.
      Birincisi o gece gizlenenler.
      Diğerleri de “Aman ağzımızın tadı bozulmasın Ali Rıza Bey”ciler…
      Yani “Muhtıracısına aşık” olanlar.
      Askerle neden takışalım abiciler…
     Dalgamıza bakalımcılar.
      Merak edenler için.
      İlk dönem Ak Parti milletvekili listesi ile.
      22 Temmuz 2007 seçimindeki listeyi karşılaştırırsanız.
      Bazı cevapları alırsınız…

27 NİSAN DELDİ DE GEÇTİ…
      Her hastalık araz bırakır.
      Her ilacın yan etkisi vardır.
      Hükümet muhtırayı savuşturdu.
      Ama kalıcı hasarlarıyla çok uğraştı.
      Yargı ve Emniyet’teki FETÖ’cüler büyük fırsat yakalamışlardı.
      Muhtıraya muhatap hükümet.
      Darbe iddialarına.
      Askerin içindeki cuntanın yapacaklarına…
      Sahte belgelere.
      Başbakan’a suikast düzenleneceğine kolaylıkla ikna edilebilirdi.
      Ergenekon ve Balyoz davaları.
      Ardından da.
      FETÖ’nün orduyu ele geçirme ideali…
      Büyükanıt’ın muhtırası sonrası bağışıklığı azalan hükümet.
      Darbelere daha açık hale geliyordu.
      Önce MİT krizi.
      Sonra 17-25 Aralık.
      En sonunda 15 Temmuz…
      Şimdi soruyu baştan soralım.
      Büyükanıt o muhtırayı kaleme almasaydı.
      Neleri yaşamazdık?
      Dahası…
      Nasıl bir Türkiye olurdu?

23 Nisan 2020 Perşembe

Virüsten Kurtulduğumuzu Nasıl Anlarız?


VİRÜSTEN KURTULDUĞUMUZU NASIL ANLARIZ?
Herkes ne zaman kurtulacağımızı soruyor ama…
Kurtulduğumuzu nasıl anlayacağımızı merak eden az.
Hocalara sordum.
Herkesin formülü farklı.
Birinci görüşe göre, günlük vaka sayıları 2000’lere düşerse bu kurtuluş işaretidir.
Diğer görüşte ise kriter, iyileşen sayısının vaka sayısını on gün üst üste geçmesi…
Üçüncü görüşe göre ise Türkiye genelinde bir antikor testi yapılması gerekiyor.
Bu test sonucunda da toplumun yüzde 30-40’ı antikorlu tespit edilirse.
Yani koronavirüse karşı direnç anlaşılırsa.
Lokanta, kafe, berber ve okullar açılabilir.
Bu oran yüzde 60’lara çıkarsa.
Maçlar seyircili oynatılabilir.
Ama para, zaman ve insan maliyeti fazla.
Karşı çıkanı çok…
Dördüncü görüş ise en katısı.
“Sıfır vaka görülmeden bitmez” diyor bu ekoldekiler.
Hatta, “bizde bitse de dışarda bitmeden bitmez” diye de ekliyorlar.
İşte bilim insanlarının verdiği dört farklı iyileşme senaryosu.

100 GÜNÜN SIRRI
Peki rakamlar ne diyor?
Çarşamba, günlük vaka sayılarının 3000’lere düşmesi çok iyi.
Konuştuğum bir profesör, “15 gün önceki sokak kısıtlamasının ilk sonucu” diyor.
Bu haftaki dört günlük kısıtlamanın sonucu ise, “6-10 Mayıs’ta” görülecek…
Virüs Çin’deki seyrini izlerse.
Yani 100 gün kuralı geçerli olursa.
Hastalık bizde ilk kez 10 Mart’ta tespit edildiği için.
Mayıs sonunda iş hafifleyebilir.
Ama tam bitmez.
Bir uzmanın yorumuyla noktalayalım.
“İnfluenza bitmedi. O zaman bu da bitmeyecek. Bununla yaşamaya alışacağız. Aşısı da çıksa, bu hastalık hafifleyerek aramızda gezecek.”

22 Nisan 2020 Çarşamba

HANGİ 23 NİSAN?


HANGİ 23 NİSAN?

23 Nisan bu yıl sessiz.
O zaman gelin nostalji yapalım.
Makamlara çocukların oturduğu günlere…
Sene 1996.
Çiller ve Yılmaz koalisyon ortağı.
23 Nisan çocuğu Başbakan Yılmaz’a soruyor:
“Çiller’le ortaklık aklınıza gelir miydi?”
Yılmaz, “Bazen aklına gelmeyen başına gelir” deyiveriyor.
Çocuklar ve siyasilerin anıları çok.
Sene 2007…
Erdoğan’a, “Cumhurbaşkanı adayınız kim ?” diye sorulunca…
Koltuktaki çocuğu işaret ediyor.
O da Erdoğan’ı…
Soru sahipsiz…
Sene 2009…
23 Nisan başbakanına, “kabine revizyonu” sorulunca…
“Daha koltuğa yeni oturdum” diyor.
2014’teki çocuk da uyanık.
“Cumhurbaşkanı adayınız kim?” sorusunu duyunca…
“Birazdan koltuktan kalkacağım” deyip, Erdoğan’ı gösteriyor…
Erdoğan da onu…
7 yılda taktik değişmiyor…
Çocuklar saf ve temiz…
Peki bayramlar hep böyle keyifli mi geçiyordu?
Ne gezer…
TBMM’deki 23 Nisan resepsiyonlarını düşünün…
Parlamentonun kuruluş yıldönümü.
Seçilmiş siyasilerin fırça yeme gününe dönüyor.
Gazeteciler sorar.
Komutanlar uzun uzun konuşur.
“Laiklik” der, şunu der bunu der.
Sopayı abanın üzerinden gösterirler.
Sözüm ona endişelerini.
Tehdit şeklinde…
Zarfa koyup paketleyerek.
Sadece birkaç metre ötelerindeki siyasetçilere gönderirler.
Gazeteciler kurye misali.
Komutandan alıp siyasetçiye…
Ringdeki boksörün diğerini sıkıştırması gibi…
Arenadaki gibi…
Hayatında bir kez seçime girmemiş insanlar.
Seçilenleri üstü örtülü tehdit eder.
Herkes de bu haksızlığı izler.
Bazıları sevinerek, bazıları şaşkınlıkla…
Başbakan Erbakan olunca elini sıkmazlar.
Erdoğan olunca yanına gitmezler…
Resepsiyonun ev sahibi olan Meclis Başkanı.
Başı örtülü eşini salona getiremez.
İnsan yaşadığı olayın saçmalığını yıllar sonra anlıyor.
“23 Nisan” deyip.
Cinnetin doğallaştırıldığı yıllardı onlar…
Artık işler değişti.
TBMM bırakın boş tehdidi.
Darbecilerin bombalarına bile direniyor.
Gün gelecek...
Seçilenlere ayar vermek.
Akıllara bile gelemeyecek.
Tam da bu nedenle diyoruz ki…
Nice yüz yıllara TBMM.
Kutlu olsun 23 Nisan…

11 Nisan 2020 Cumartesi

Geçip Giden Zamanları Bulmak...

GEÇİP GİDEN ZAMANLARI BULMAK...

Şu koronavirüs gündeminde çok ilginç bir deneyim yaşadım kendi kendime.
Basit bişey aslında.
`Maç izledim’ diyeceğim maç sevmeyen okumayacak.
Tam öyle değil, ondan fazlası...
Şu günlerde psikolojiyi biraz toparlama adına spor kanallarının nostalji maç yayınlarına takılıyorum.
Bu gece de TRT Spor’da 1982 Dünya Kupası Final maçını izledim.
Almanya İtalya maçını.
İtalyanların 3-1 yendiği maçın her ayrıntısı kafamda kayıtlı.
Gol dakikaları.
Altobelli’nin sevincine kadar.
İki kadroyu da hala ezbere sayıyorum,
Ama böyle nostaljik şeyleri izlemenin başka yararları da var.
Mesela kıyafetler.
Derwall tişört, Bearzot hafif dar bir ceket giymiş.
Mesela trübünler.
Sıkış tıkış.
Barnebeu 90 bin kişi.
Evsahibi İspanya’yı henüz AB’ye almamışlar.
Reklamlar...
Fuji, JVC, Metaxa.
İspanya’nın askeri yönetim ezberini yansıtan kale arkasındaki jandarma.
Hatta işi o kadar ileri götürüyorlar ki, gol sevincini abartan futbolculara müdahale ediyorlar.
Futbol o zaman daha yavaş.
Futbolcular bugüne göre daha gaddar.
Stielieke’ye acıdım. Ne tekmeler yemiş.
Rumenigge, Breitner, Littbarnski... Almanların tarihi Gkadrosu.
Şampiyon İtalya’nın kalecisi Zoff 41 yaşında.
Şike cezası biter bitmez gelip kupayı kaldıran Rossi, bir de gol kralı oluyor.
İtalyanların finale çıkışı apayrı hikaye.
Galibiyet alamadan basit bir averaj cilvesi ile ikinci tura çıkıp şampiyonluğa gitmek.
Ve tabi 1982’nin asıl akılda kalanı, Almanların ilk turdaki Cezayir mağlubiyeti ve tartışmalı Avusturya maçları.
Şike söylentileri. Bilen kaldıysa bilmeyene anlatsın.
Maçı TV’de rahmetli babamla birlikte izlerken 10 yaşındaydım.
Bugün 48 yaşındayım.
Her şey dün gibi aklımda.
Ramazan, iftar, pide kokusu ve dünya kupası.
Ne garip eşleşmeler di mi?
Almanya Başbakanı Helmut Schimidt ve İtalyan Cumhurbaşkanı Pertini.
Artık yoklar...
Babam gibi.
Hayat boş.
Ama şu da var.
Anılar ölmüyor ve sizin parçanız oluyor.
Sevdikleriniz de...
İzlediğiniz bir maç ya da film...
Ama aslında çok daha fazlası.
Çocukluğunuz, geçmişiniz...

8 Nisan 2020 Çarşamba

ANLAR MIYIZ?


ANLAR MIYIZ?
Salaş bir mekana girmiş.
Kendine simit, çay ısmarlamışsın.
Simitin enfes kokusu ve yoldan geçenler…
Keyfi bir düşünsenize…
Oradan çıkıp.
Kalabalık içinde amaçsızca yürüyüp…
Bir kitapçıya uğrayıp.
O kitap kokularını içine çekip.
Sonra da…
Anneni ziyaret edip.
Ona doyasıya sarılmışsın…
Bir de küçük yeğenlerine gitsen ne güzel olur.
İki yaşındaki ile boğuşup.
Diğeriyle top oynarken sırılsıklam olsan...
Düşünsene...
Şimdi evinden çıkamıyorsun.
Çıksan…
Pahalı arabanla nereye gideceksin?
Seni kim kabul edecek?
Maskeyle bir markete girip.
Kazara birine yaklaşsan ‘vebalı’ muamelesi göreceksin.
İhtiyacının yirmi misli gıda depolasan ne olacak?
Zorunlu hapistesin.
Gardrobunda en pahalı kıyafetler olsa.
Nereye giyeceksin?
Kim için süsleneceksin?
Spor salonu altın üyeliğinin...
Maldivler tatil rezervasyonunun.
Basketbol final biletinin…
Kime ne faydası var.
Mesele şu.
Bu bela bittiğinde…
İnsanlık gerçek varlığı ve dostlarını sorgular mı?
Materyallere bağlanmayı kesip.
Basit keyiflere odaklanmanın.
Yavaşlamanın...
Aslında gerçek zenginlik olduğunu anlar mı?
Anlar mıyız sizce?