29 Haziran 2020 Pazartesi

KAHROLASI İYİMSERLER!

Çevremizde bir tipoloji…

Somurtkan.

Yaşadığı toplumdan nefret eden.

Yapılan her işi.

İyi niyetli çabaları bile.

Krize gidiş olarak yorumlayan…

Fazlaca varlıklı.

Gerekçesiz kibirli.

Topluma mesafeli.

Kimseye yardım etmeyen.

Ama…

Lafta hümanist.

Pandeminin atlatılamayacağını.

Ekonominin aslında çöktüğünü.

Ballandıra ballandıra.

Şehvetle.

Keyifle anlatıp.

Espressosundan son yudumu alıp.

Pahalı arabalarına binip.

Olası döviz krizini.

Yüklü dolar hesaplarıyla bekleyip.

Kim bilir neyin hayalini kuruyorlar…

***

Sorsan.

Gerçekçi tavır gösterip.

Hepimizi düşünüyorlar…

Aslında onlar.

İyimserliği.

Geleceğe umutla bakmayı.

Basitlik olarak algılıyorlar…

Korona işine sarıp.

Sınavların yapılmasına.

Seyahat serbestisine itiraz edip.

Yasak kalkar kalkmaz.

Bodrum’daki yazlıklarına gidiyorlar…

Pahalı mekanlardaki sohbetlerinde.

İşsizliğin rekor seviyeye çıkıp.

İnsanların ayaklanacağını anlatırken.

Bardaklarında pahalı viskiler var…

İşin trajik yanı ise.

Bunların sitesinin kapısından giremeyecek.

Mahallesinden geçemeyecek yancıların.

Stocholm sendromuna girip.

Aynı trene binmeye heves edip.

Statü atladıklarını düşünerek.

Cehennem hayatına meftunlukları…

***

Bu ikinci tipoloji.

Pandemiye özel tutkuyla bağlanıp.

İyimser hocaları es geçip.

Felaket propagandistliği yapıp.

Sözde bizim sağlığımızı.

Dahası.

Ekonomimizi düşünüyorlar!

İkinci ekibin çoğu devletten geçinmeli.

En büyük idealleriyse.

Aylarca karantinaya girip.

Devletin onlara bakması…

Ama çok da şey etmeden.

Yani arada sırada çıkıp.

Gezip, tozup.

Arkadaşlarına ev ziyaretlerine gidip.

Orta halli.

Ve zevksiz koltuklarda.

Yan yana.

Yanak yanağa.

Mesafesiz poz verip.

Mütevazı telefonlarıyla.

Sosyal medyaya yükleyip.

Kim bilir kime nispet yapmak...

Aslında…

“Millet dışarda, pandemi bitmez” deyip.

Maskeyi bile zorla takıp.

Bir yandan da yol gösterip.

“Devlet herkese bakmalı” deyip.

İmkansızlığını bile bile.

Boş statü uğruna.

Laf kalabalığı yapanlar da bunlar…

***

Sosyal psikolojinin kuralıdır.

Sesi çok çıkan.

Kendini çoğunluk sanır…

Oysa tarih gösterir ki.

İnsanlığı ve toplumları taşıyanlar.

İyimserler.

Ülkelerini gerçekten sevenlerdir…

Ekonominin de.

Gelişmenin de.

Pandeminin de asıl ilacı.

İyimserliktir…

Kibirli muhteris kendini hep kurtarsa da…

Ona özenip.

Lafta sınıf atlamaya çalışanın sonu.

Papağana imrenen eşek gibi.

Uçurumdan atlayıp.

Yere çakılmaktır…


25 Haziran 2020 Perşembe

YEŞİL ŞİŞELER…

Eski görüntüler paha biçilemezdir.

Nasıl çekildiklerini.

Ne amaçla montajlandıklarını ele verirler.

Obje ve binalar…

Alışkanlıklar.

Değişmeyenler.

Acımasızca değişenler.

Değiştirilenler.

Çırılçıplak karşımızdadır...

***

Rusya’nın Ankara Büyükelçiliği.

Belge niteliğinde.

Çok özel görüntüler paylaştı.

Başbakan Ecevit’in 1978’deki Moskova ziyaretini.

Rusça Dublajlı.

Türkçe alt yazılı.

Kısa film gibi…

Kremlin Sarayı’ndaki dekorlar.

Perdeler.

Koltuklar

Masalar.

Hatta masalardaki yeşil şişeler.

Şişelerin şekli.

Belli ki içindeki gazlı su bile.

Bugünküyle aynı…

***

Moskova’ya inen uçakta “Türk Hava Kuvvetleri” yazıyor.

Türkçe pankartlar…

Ecevit’e tahsis edilen limuzin.

Volga’nın en estetik.

En karizmatik türlerinden…

Kaldırımlardakiler özenle seçilmiş.

Her iki ülkenin bayrağını sallıyorlar.

Eli yüzü, giyimi düzgün insanlar.

Komünizmin gülen yüzünü göstermek istiyorlar…

Milli marşların bir kısmı var videoda…

Her iki ülkenin de eşit saniyede.

Özenle ayarlanmış.

***

Ecevit'in Lenin mozolesine koyduğu çelenk.

Devasa büyüklükte...

İki görevli zor taşıyor.

Belki de dönemin standardı.

Bilemiyorum…

Moskova Uzay Müzesi geziliyor.

Can düşmanı ABD’nin roketi.

Ecevit’in büyük şaşkınlığı.

Ve bunu gizlememesi…

Tıpkı yeşil şişe gibi…

Belki hiç değişmeyecek bir ayrıntı da.

Türk kameramanın.

Çekim için yer kapma telaşı.

***

Moskova’dan Kiev’e geçilirken.

Görüntüler uçağın içinden…

Ecevit ile mevkidaşının sohbeti.

Dönemin VIP masası…

İçecekler, yiyecekler.

Arka sıralarda.

Gazeteciler…

Ağızlarda sigara.

Daktilolar servis masasında.

***

Çocukluğumda.

Hayal alemine dalar.

Bütün dünyanın tepesinde.

Büyük bir göz olduğuna inanırdım…

Geceleri yorganı çektiğimde büyük gözü düşünür.

Onun bize bazen acıyarak.

Bazen dalga geçerek baktığını.

Büyüklerimiz hayatı ciddiye alırken.

Onun neşesini bulduğunu görürdüm…

Kim bilir…

O büyük göz hala tepemizdedir belki.

Düşünsenize…

Arşiv görüntülerde.

40-50 yıllık hikayeler.

Yıkılan devletler.

İttifaklar.

Tarih olan liderler bile…

Günlük telaşımızın.

Acelemizin.

Zamanın ruhunun.

Ciddiyetini sorgulatıyor…

Zira…

Geriye baktığınızda kalanlar.

Birkaç tarihi bina.

Ve masanın üzerindeki.

Kocaman yeşil şişeler oluyor…


18 Haziran 2020 Perşembe

KRONOMETRE

Çocukluğumda.
Atletizm yarışlarını izlerken.
Nedendir bilinmez.
Kronometrenin salisesine odaklanırdım.
Özellikle de en son hanesine.
Yakalamaya çalışır.
Yakalayamazdım.
Hayat da öyle.
Göremeden ilerliyor adeta.
Demirel’in vefatından bu yana beş yıl geçmiş.
Meclis’teki cenaze töreni dün gibi.
Ama sanki daha yakın olan…
1995 yılında.
Tam 25 yıl önceki bir anı.
***
Yer Çankaya Köşkü.
Cumhurbaşkanı Demirel’in yıllık değerlendirme toplantısı.
Henüz 23 yaşında bir muhabirim.
Mikrofonu alıp sorumu soruyorum:
“Erbakan’la dünkü üç saatlik görüşmeniz biraz uzun değil miydi? Özel bir nedeni var mı?”
Zamanın ruhunu da hatırlamalı tabi…
Seçim yeni bitmiş.
RP Lideri Erbakan birinci partinin genel başkanı.
Ama asker onun hükümet kurmasına karşı.
Demirel askerin fena halde etkisinde.
Ama teamül de var tabi…
Erbakan’ı hükümet kurmakla görevlendirmesi gerekiyor.
Gelelim Demirel’in cevabına:
“Sayın Erbakan ile vaki görüşmemden şüphelenmeye gerek yoktur.”
Salonda kahkahalar…
Demirel bir çocuğa bakar gibi bakıyor.
Mütebessim ve müstehzi…
Toplantı sonrasında…
Rahmetli gazeteci ağabeyim Ahsen Çetiner yanıma yaklaşıp.
“Güzel soruydu. Demirel senin suratını bir daha unutmaz” diyor.
Sonradan unuttu mu bilemem...
Ama Demirel’le anılarımız bitmedi.
***
Yıl 1998…
Yer Ankara Hilton.
Elimde mikrofon.
Cumhurbaşkanı’na salon çıkışında soru soracağım.
Ama Demirel’in cevaplamaya niyeti yok.
Ben ısrar edip…
Arkamdaki saksıya takılıp.
Sırt üstü yere yuvarlanıyorum…
Demirel gürültüyü duyunca geriye dönüp.
Tek bir hamlede elimden tutup.
Beni havaya dikiyor.
Cumhurbaşkanlığı Basın Sözcüsü Metin Yalman da.
Telefonumu not defterimi…
Toplayıp bana veriyor.
Korumalar üstümü başımı düzeltiyorlar.
Demirel yine gülüyor...
Gitmeden dönüyor ve…
“Gerek yok böyle” diyor.
Henüz 26 yaşındayım.
***
Bu anının üzerinden yıllar geçiyor.
2005 yılında.
Demirel'le röportaj yapıyorum.
Güniz Sokak’taki evinde.
Sonrasında sohbet...
Hilton’da yaşananları hatırlatıyorum.
Unutmuş gibi yapmıyor.
Hatırlamış gibi de durmuyor.
Ama en uygun yorumu yapıyor:
“Düşeni galdırırız” diyor…
***
Demirel’le.
Demirel’lerle anı bitmez.
16 Mayıs 2000.
Süleyman Demirel görevi Sezer’e devretmiş.
Nazmiye hanımla Köşk’ten iniyorlar…
Güniz Sokağa kadar yürüyorlar.
Yürürken yollar gülsuyu ile yıkanıyor.
Barış Manço’dan bir şarkı.
“Yol verin ağalar beyler” çalıyor.
7 yıl sonra evlerine girdiklerinde.
Biz kapının önündeyiz.
Nazmiye hanım dışarı çıkıyor.
“Buyrun birer çay için” diyor…
Eşlik ediyoruz.
***
İnsanoğlu fani.
Ama anılar baki.
İş ki…
Birinin kronometreyi durdurması.
Saliseyi not alıp.
Yaşananları kayda geçirmesi.
Paylaşması…

15 Haziran 2020 Pazartesi

BÜYÜDÜK MÜ?

Romantik geçinenlerden değilsem de.

Müzik ve yağmurun uyumu olduğunu.

İkisinin…

Hepimize ayrı ayrı ama.

Mutlaka bir şey fısıldadığını düşünürüm…

***

Bugün sabah telaşıyla işe giderken.

Yağmur hafif hafif yağarken.

Silecekleri düşük tempoda çalıştırmış.

Radyoyu açar açmaz.

Ortama en uygun parçayı.

Dianne Warwick’in “Walk on by”ını yakalamışken…

Tamamen kendiliğinden.

Ayağımı gazdan çekip.

Hızımı düşürüp.

Sağ şeride geçtim…

***

Ortaokul yıllarıma gittim.

Gece yarıları.

Küçük radyomu kulağıma dayayıp.

Sesini iyice kısıp.

Dışarıda yağan yağmurun ahenginde.

Düşünceler içinde yolculuk ettiğim günlere…

***

İşte o vakit.

Günlük aceleyi askıya alıp.

Sağ şeride iyice demir atıp.

Düşündüm…


O günlerde yine “Walk on by”ı dinliyorduk.

Hayatımızın merkezi.

Anlamlarımız.

Bugünkünden farklıydı.

Saniyelik enstantaneleri yeniden yaşamaya.

Saatlerimizi ayırırdık…

Sınıftaki kızın azıcık bakmasının.

Sözlü sınavdaki gafımızın.

Arkadaşımızla itişmelerimizin.

Hepsinin…

Ayrı ayrı anlamı vardı…

Sadece o gün vardı.

Sonrası yoktu.

Yarın kavramı çok farklı.

Çok daha gösterişsiz.

Çok daha saftı…

Üstelik bu sadece senin benim için değil.

Anne baban.

Bütün çevren için de öyleydi…

***

Sonra minicik bir çocuğu düşündüm.

Sizi eğlendiren.

Şeker gibi bir çocuğu...

Hani kardeşiyle kavgasını.

Yediği dondurmayı.

İzlediği çizgi filmi…

Bir oyuncağı.

Gözünü belerte belerte.

Dünyanın en önemli olayı gibi anlatır ya…

Onun saflığı sizi güldürür.

Eğlendirir ya…

***

Sonra yine düşündüm ki.

Hepimiz aslında birer çocuğuz.

Bugün hayatımızın merkezine aldıklarımız…

Aslında o çocuğun gözünü büyüterek anlattığı.

Ağladığı, güldüğü şeylerden farksız…

***

Bizler…

Bugünkü sevinçlerimizi.

Kederlerimizi.

Çekişmelerimizi.

Hesaplarımızı.

Gün gelecek…

Bazen anlamsız.

Bazen utandıran.

Bazen komik anılar olarak hatırlayacağız…

Belki de.

Hayatı aşırı önemsemekten.

Güzel günlere yazık ettiğimizi düşünüp.

Hayıflanacağız…

Bizi uyandıransa…

Belki çiseleyen yağmur.

Ve ona eşlik eden müzik olacak…


9 Haziran 2020 Salı

TEVAZU...

Nusret’in malum fotosu garip.
Ama…
Bütün kinlerini o fotoya kusanların.
Sicillerine ne demeli?
65 çeşit kahvaltılı sofradan kalkıp.
Tekerlek büyüklüğünde pizzasını.
Mayonez damlayan dev burgerini.
Sanki alelade bir dekormuş gibi.
Fotoğraflayıp.
Bunu normalleştirenlerin...
***
Eskiden buranın insanı tevazu sahibiydi.
Tek çeşit yemekle doyar.
Kahvaltıda zeytin peynirle mutlu olur.
Yaptığı mütevazı yemek kokar diye.
Yakın komşularına dağıtır.
Lokantalarda cam kenarına oturmaz.
Sokak ortasında yemez.
Yediğiyle gösteriş yapmak.
Aklına bile gelmezdi…
Şimdilerde
Her şeyi yeyip.
Bize de gösteriyorlar…
***
Nusret gibi restoranlar açıldığında.
Etlerin vitrinlere asılıp.
Üzerlerine alıcısının isminin yazılması.
Orta çağdan bir manzara gibi.
Sergilenmesi.
Garibime gitmişti…
Etin şov yapılarak müşteriye servisi.
Restoran sahibinin tuz ayini.
Görsel olarak ilginç.
Ama toplumsal değerler açısından.
Sorunluydu…
***
Aslında sorun.
Nusret’in mandalarla fotoğrafı değil.
İçimizdeki tevazunun ölmesi.
Kendinden olmayana öykünen.
Ama anne-babasının köyünden nefret eden.
Kurban bayramına öfke kusup.
Tam vejetaryen olacakken...
Havalı restorana girince.
Ağır etobura dönüşenlerde...
Sorun.
Sosyal medyada düşünmeden paylaşıp.
Gerçek hayata gelince.
Paylaşmayanlarda...

5 Haziran 2020 Cuma

VEKİLLİKLER DÜŞERKEN...

Dün malum haber gelince…
4 yıl öncesine gittim.
Reuters’daki muhabirlik günlerime.
2016 Mart ayı.
Terör zirve yapmış.
Bazı siyasilerin de.
Terörü desteklediği kanaati...
Üstelik…
HDP’li vekillerin garip işleri.
İlişkileri…
Ayrıntısı çok.
Ama anlatacağım başka…
17 Mart 2016’da…
Başbakan Davutoğlu’nun bir programındayım.
Atatürk Bulvarı.
TESK binası.
Toplantı sonrası...
Başbakan'a sorulacak soruya önceden talibim.
Davutoğlu’nun basın müşaviri Osman Sert bir ricada bulunup.
Sorumun arkasına.
Bir soru daha eklememi…
CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nun…
“Tüm vekil dokunulmazlıkları kalksın” diyerek…
Hodri meydan çağrısını.
Davutoğlu’na hatırlatmamı istiyor…
Açıkçası…
Önemli bir haberin kokusu bu...
Kendi sorumu askıya alıp...
Davutoğlu’na doğrudan bunu soruyorum.
“506 vekilin dosyasını da Meclis’e getirmeye hazırız” cevabını veriyor.
Bugün yaşananların işaret fişeği...
Toplantı biter bitmez.
Telefonum çalıyor.
Arayan o günlerin Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı.
Bugünkü Meclis Başkanı Mustafa Şentop.
Olanları canlı yayından izlemiş.
Söylediklerinin özel ayrıntılarını yazamasam da…
Şu sözlerini not düşmeliyim:
“Muhalefetin hodri meydan çağrısı iyi de..."
"Hesaplı olup olmadığı zamanla ortaya çıkar."
Sanki bugünleri işaret etmiş gibi.
***
Dün yaşananlar.
Bana o günü hatırlattı...
Biz gazeteciler aslında şanslıyız...
Tarih önümüzden akarken.
Bazen tanık.
Bazen aracı oluruz...
Bazı bildiklerimizi ömür boyu saklar.
Bazılarını kontrollü anlatırız.
Bu mesleğin en güzel yanı da.
Özel bilgilerimiz...
Daha da güzeli.
Paylaştıklarımızdır.
Yıllar geçse de...
Puzzle'ın son parçasını.
Geçmişteki kareyle birleştirebilmektir.

3 Haziran 2020 Çarşamba

O ELBİSE BİZE OLMAZ...

Batı ayrımcıdır.
Nokta...
Öyle olmasa.
Almanlar…
Mesut Özil’i…
Sırf Erdoğan'la görüştü diye…
Milli takımdan atar…
İngilizler.
Becham’la kavga etti diye…
Alpay’ı ülkeden kovar mıydı?
AB ülkelerinde ezan yasaklanır mıydı?
Kendi suçlularını...
Birbirlerine iade ederlerken.
Türkiye'nin darbecisini…
Saklayıp besleyip…
Teröristini villada ağırlayıp.
Cumhurbaşkanı düzeyinde onore ederler miydi?
***
60 yıl önce davet edildikleri ülkelerde.
Bugün aşağılanan.
Gariban insanlara…
“Kara kafa” da dendi.
“Türken Raus” da…
Hem en berbat işlerde çalıştılar.
Hem hakaret yediler.
Üstlerine Neo Naziler salındı.
Yakıldılar...
Camilerine domuz kafaları atıldı.
Peki…
Floyd olayında infiale düşüp.
Avrupa'nın sokaklarını dolduranlar.
O günlerde neredeydi?
***
Kunta Kinte’nin acılarını.
Köle Isaura’nın çektiği zulümleri.
Sizler ağlayarak izlerken…
Onlar zulmün modern aşamasına çoktan geçmiş…
Irak’a girmek.
Afganistan’a çökmek için…
Yalanlarına başlamışlardı bile…
Siz savaştan kaçanları ülkenizde ağırlarken.
Onlar kapılarını sıkı sıkı kapatıp.
Mülteciye çelme takıp.
Paralarını alıp.
Üzerini soyup…
Kışın ortasında Meriç’in sularına atmışlardı bile.
***
ABD’deki hunharlığa isyan edelim ama...
Steril ruh hastalarının trenine de binmeyelim.
Çünkü ayrımcılık.
Irkçılık.
Faşizm.
Onların kavramı.
Onların jargonu.
Onların hastalığı.
Bizim değil…

1 Haziran 2020 Pazartesi

VİRÜSÜN ÖĞRETTİKLERİ

Her bir karesine özenilmiş.
İlmek ilmek işlenmiş filmlere bayılırım.
Vizontele gibi.
Bininci kez izlesem.
İlk günkü keyfi alırım…
Detayları muhteşemdir.
1970’lerde…
Uzak bir doğu kasabasında…
Hafıza derinliklerimizden anılar…
Ahşap gövdeli televizyon.
Çatal antenler.
Kolormatik gözlükler.
Mahallenin her şeyi bilen…
Atmasyoncu abileri.
Şişede yedigün.
Açık hava sineması.
Gazete üzerine doğranmış peynir…
Yanına karpuz.
Kırmızı Desoto kamyonet.
Uzağımızda ama.
Nasıl da bizden…
50’li yaşlara ulaşıp da.
Bu ülkenin neresinde yaşarsa yaşasın.
Herkesin ortak anıları.
Çünkü.
Aslında iç içeyiz.
Hafızalarımız bir…
***
Benim çocukluğum da.
Sizinkinden farksız.
1970’ler…
Samanpazarı.
Akrabalar...
Ankara Kalesi.
Bakırcılar çarşısı.
Hamallar.
Esansçılar.
Tulum’dan çıkarılan peynir…
Açıkta satılan ve asla bozulmayan sucuk…
Dumanı tüten gobit.
Sıcacık yaz helvası…
Pirinç tezgahlı seyyar limonatacılar…
Safran Han’ın tarihi sığınakları…
Yavaş yaşayan.
Acelesiz insanları…
Bir çayın bile keyfini zayi etmeyen.
Yetişecek yeri olmayan.
Esnafı…
Anlatmaya sayfalar yetmez.
***
Korona günleri çok şey öğretti.
Arkadaşlarımızdan uzaklaşıp.
Pencereden ufka bakınca.
Geçmişimizi de hatırladık.
Ortak zevklerimizi, tatlarımızı…
Artık tarih olan.
Nispetsiz gösterişsiz insanlarımızı…
Çocukluğumuzu…
Düşünsenize…
Yaşadıkça…
Geçmişimiz peşimizde…
Bugün kafamızı kurcalayanlar
Yıllar sonra gülümsetecek belki...
O halde…
Hayat bu kadar kısa.
Ve asla ciddi değilken.
Neden bu telaş...
Bu endişe niye?