22 Aralık 2020 Salı

ÖZKAN SÜMER

Çocukluğumuzdan bir yaprak daha koptu.

Gitti.

Her ölümde olduğu gibi.

Kafamızdaki film şeridi de.

Geçmişe döndü…

Sene 1979.

Trabzonspor’un şampiyonluklarıyla geçen yıllar…

Televizyonda izlerken.

Teknik direktörünün öksürük tiki kalıyor aklımda.

İki kelime edip öksürüyor.

Ama takımının tiki filan yok.

Hep kazanıyor.

O yıllar öyleydi.

Trabzonspor efsanesi.

Teknik direktörü Özkan Sümer’di…

TV kamerası yedek kulübesine dönünce.

Genelde sigara içerdi…

***

Trabzonspor’daki başarısı.

Onu futbolun kalbine.

İstanbul’a taşıdı…

Galatasaray’a gitti.

1982'deki tartışmalı derbi unutulmaz.

Rahmetli Selçuk Yula atmış.

Fenerbahçe 1-0 öne geçmiş.

Zaten o yıl iyi bir takım Fener.

Maçın sonuna kadar da getirmiş…

Ama.

Kıyamet son dakikada kopuyor.

Galatasaray bir pozisyonda penaltı bekliyor.

Hakem vermiyor.

O günün siyah beyaz televizyonu.

Teknolojisi yetersiz.

Ne olduğunu anlamak zor.

Sadece Tarık Hodziç düşerken.

Fenerbahçeli oyuncu ile temas halinde.

Büyük yaygara kopmuştu.

Kale arkasındaki askerler tartışmaları önlemek için sahaya girmişti.

O kadar yani…

Maç sonrası iki takımın hocası TRT’de yayında.

O zaman öyleydi.

Normal bir şeydi…

Özkan Sümer konuştu önce.

Penaltı tartışmasını kibarca anlattı.

Rakip teknik direktör Stankovic’in konuşması başlamamıştı ki.

Sümer yayını terk etti.

10 yaşında olsam da anlamıştım.

Protestoydu.

Ama neden Stankovic’e…

O kısmını anlamamıştım.

Zaten bir gün sonra gazetelerde fotoğraflar…

Koldan çekilme anına ilişkin…

O dönem gazete fotoğrafı önemli…

***

Özkan Sümer o sezondan sonra teknik direktörlükten uzak durdu.

Altyapı hocalığı yaptı.

Ta ki 1990’a kadar…

Camianın ısrarıyla.

Tekrar Trabzonspor’un başına.

Rüyasına döndü.

Ve dünya çapında büyük bir başarıya imza attı.

Barcelona’yı 1-0’la yendi.

Hamdi’nin müthiş golü.

Rüya takımı devirdi…

Barcelona’nın başında Johann Cruyyf…

Ama rüya uzun sürmedi…

Rövanş maçına “teslimiyetçi olmayacağız” diye giden Sümer…

Barcelona’nın o araya sızma ustası takımına.

Ofsayt taktiği uyguladı.

Koeman’ın ara pasları ile.

Hiçbir şey anlamadan 7 gol yediler.

Sümer’in antrenörlüğünün de bence sonu oldu o maç…

Sonraki yıllar Trabzonspor başkanı olsa da…

Akıllarda teknik direktörlüğü.

Ve Barcelona maçı kaldı.

Bir jenerasyon o maçı unutmadı.

Kariyerine kazındı…

Bugün bir haber.

Özkan Sümer artık yok.

Allah rahmet eylesin.

Renkli bir figür.

Güzel bir adamdı…

Sadece futbol dünyası değil.

Herkes daha naifti eskiden.

Biri daha eksildi…

3 Aralık 2020 Perşembe

HOCA…

Yedi sekiz yaşlarındaydım.

Babam yaz tatilinde Kuran kursuna gönderirdi.

Samanpazarı’nda.

Eski bir camide.

Öğleden ikindiye kadar.

Adını şimdi unuttum.

Öyle kibar.

Öyle şefkatli bir hocamız vardı ki.

Asla kızmaz.

Asla sinirlenmez.

Hata yaptıkça moral verirdi…

“Keşke okulumuzda da olsa” derdim içimden…

Bir gün hiç unutmuyorum.

Dua kitabını kaybetmiştim.

Annem, babam ne kadar teskin etse de.

Ağlamaktan kıpkırmızı olmuş.

Ortalığı birbirine katmıştım.

Kırtasiyeciye gitti babam.

Bulamadı o kitaptan.

Zor uyumuştum…

Sonraki gün.

Kursa utana sıkıla gitmiştim.

Hocama durumu söyleyince.

“İnsan bunun için üzülür mü?” demiş.

Çekmecesinden kendi kitabını vermişti.

Üstelik…

“Yine kaybedersen yine veririm. Anne babanı üzme” demişti…

Bana ilk dini bilgilerimi veren o hocaydı.

O isimsiz.

O güzel insan.

Kim bilir kaç insana dinimizi sevdirdi…

***

Bugün medyada bir haber.

İlahiyatçının biri garip şeyler söylemiş.

Kuran’ın bir ayetiyle ilgili…

Burada tekrarlamaktan haya ederim.

O derece yani...

Acayip şeyler.

Merak ettim videosunu izledim.

İçerik kısmını geçtim...

Benim derdim hocanın takındığı tavır.

Parmak sallaması.

Dinleyenlerin nezdinde.

Herkesi küçümsemesi.

Kibir fışkırtması…

Kabalaşması…

Hatta o kadar ki…

Meal, tefsir anlatırken.

Cümle içinde lavuk kelimesini.

Piç kelimesini rahatlıkla kullanabilmesi…

Elindeki çay bardağını karıştırırken.

“Bak” derken…

Korkuturken.

“Ben bilirim” derken…

Üstelik…

“Toplum adına özeleştiri” görevini yüklenirken!

İçinden çıktığı kitleye ayar vermesi.

Tıpkı bir dönemin fenomeni olan.

Reformcu hocalar gibi…

Kızgın.

Sinirli.

Küfürbaz

***

Şüphesiz toplum 40-50 yılda çok değişti.

Ekonomik imkanlar artsa da.

Mutlu olamadık…

İnsanlar daha tahammülsüz.

Somurtkan.

Kibirli hale geldiler…

Bundan her camia nasibini aldı.

Dinimiz bile “sevdirin” derken…

Nefreti yasaklarken…

İlahiyatçılar içinde bile.

Tersi yönde hareket edenler çıktı.

Dine alerjisi olan kesime.

Dini tartıştırmayı.

Onları haklı çıkarmayı.

Marifet saydılar…

Bunları düşünürken benim aklıma.

Hep o çocukluğumun hocası geldi.

Güneşli bir günde.

O tarihi caminin önüne düşmüş silueti.

Boynu hafif eğilmiş.

Elinde bir testi.

Abdest almaya hazırlanıyor.

Cemaatini.

Öğrencilerini beklerken.

Yüzü hep gülerken…

25 Kasım 2020 Çarşamba

YALAN DÜNYA…

Etiketlerin sonu 99 kuruş…

İndirimli menülerde bit yenikleri…

Telefonun sürekli yavaşlatılıyor…

Aniden uçağa binmen gerekse.

Çuval dolusu para…

Oteller boşken.

Fiyatlara baktın mı?

İşler düzelince kaça çakacaklar biliyor musun?

Pandeminin başında…

50 kuruşluk maskeyi 10 liradan itelemediler mi?

Arabanı acilen satmaya kalksan.

Kimler talip oluyor önce?

Ağlayanın malı neden revaçta?

Ötesi.

Ölü seviciler neden muteber?

En acısı…

Bu tipte evlat yetiştirmenin marifet sayılması.

Farkında mısın?

Hakemi kandıran futbolcuya “profesyonel”

Batı sömürgeciliğine ise.

“Reelpolitik” deniyor…

Kendinden pay biç…

Sana “Doğrucu Davut” denildiğinde.

Yüzün buruşmuyor mu?

Böyle olunca da.

Tanıdık referansı olmadan.

Güvenilir tamirci bile bulamıyorsun…

Bu yalan dünyayı sen kurdun...

Artık kapıların bile çelikten.

Evin site içinden.

Ama uykun hafif…

Acaba neden?

19 Kasım 2020 Perşembe

ESKİ GÜZELDİR

Geçenlerde bir fotoğraf.

Fotoğrafta teyp kasetleri…

Bir kısmı deforme.

Bantları dışarı fırlamış.

Daireli kısmından kalemle sarınca.

Bantlar tekrar eski yerine.

Rayına oturursa.

Kurtarıyorsun.

Tabi o dışarı fırlayan bantlar deforme olur.

O kısmın sesi biraz bozulur.

Bana bu fotoğrafı gönderen arkadaş.

Altına da not düşmüş.

“Hatırlar mısın?”

Hatırlamaktan ötesi…

Neler getirdi aklıma bir bilse…

***

Bizim eve alınan ilk kasetçalar.

Philips markaydı.

1978 filan.

İspanyol malıydı.

Askısı vardı.

Omza takmak için…

Hatta kasetçalar öncesini hatırladım…

Kartuşlar ve kartuş çalar cihazlar…

Babamın esnaflık yaptığı Samanpazarı’nda.

Nakliyecilerin.

Zug marka, Dodge marka kamyonetlerinin.

Dolmuşçuların minibüslerinde.

Arabaların iç tavanına takılmış.

Acayip bir mekanizmaları vardı.

Kartuş dediğin.

VHS kasetten büyük.

Hatta daha kalın.

Sesi kalitesiz.

Ama.

Dönemin popüleri.

Bugüne kalanı var mı?

Vardır bir yerlerde.

***

Kasetler, kartuşlar.

Her şeyin daha fazla çabayla elde edilebildiği.

Yenilen, içilen…

Ve giyilenlerin.

Çok ve çeşitli olmadığı…

Ama.

Bir şarkıya yüklenen anlamın.

Bugünkünden çok derin olduğu.

Dönemin güzelliklerini.

Ve zorluklarını yansıtıyor kuşkusuz.

Oysa bugün.

Yiyecekler bile daha rafine.

Daha az çabayla.

Daha az çiğneyerek tüketiyoruz.

Ama…

Sindirimi bile tembelleştirip.

Yeni hastalıklarla tanışıyoruz.

Bugün…

USB’ye binlerce şarkı yüklerken.

Kasete.

Kartuşa on parçayı yüklemenin.

Büyük iş olduğu günleri.

Unutuyoruz…

***

Geçen gün internette gezinirken.

Bir başka güzellikle karşılaştım.

Casio marka elektronik saat…

Vintage deniyor artık.

Eskiye öykünen yani…

O zaman efsaneydi.

Şimdi…

Eski bir dost…

Artık havalı değil ama.

Sıcacık…

***

Dalınca gidiyorsun…

Bazı evlerde regülatörler olurdu.

Düzensiz elektrik akımını dengelemek.

Televizyonları korumak için…

Videolar yıpranmasın.

Kaset sararken kafaları bozulmasın diye.

Kaset sarma cihazı bile vardı…

Kasetlikler vardı…

Parmağının ucuyla çevirirsin.

O dönerken.

Sen aradığın kaseti bulursun.

Aslında bir yere dizsen daha kolay.

Ama kasetlik işin havası…

Sokaklarda sayılı arabanın olduğu.

Üstlerine çadırların örtüldüğü günlerden bahsediyoruz.

Plastik bidonlara musluk takıldığı.

Susuz günlerden…

Gaz lambasız ev.

Lüks aydınlatıcı olmayan dükkanın bulunmadığı.

Elektrik kesintili günlerden.

Daha neler neler…

Bugün cüzdanda iki kart taşımak zor geliyor.

O günlerde…

Benim bile sayfalı nüfus cüzdanım vardı.

Neden saklamadım ki…

***

Telefonluk diye bir şey vardı evlerde.

Duvara monte edilir.

Altı pirinç.

Üstünde kesilmiş mermer.

Telefonu o mermere koyarsın.

Telefonun üstüne de örtü…

Tuşlu telefon yok.

Çevirmeli...

Pirinç şemsiyelikler olurdu.

Dikiş makinaları evlerin standart donanımındaydı.

Tıpkı kırıntıları toplayan gırgır gibi.

Çocuklarınıza.

Hadi o kadar gitmeyin.

Otuzlu yaşlardaki insanlara sorun.

Gırgırı hatırlayan var mı?

***

Kahve çekirdek halde satılır.

Evlerde kahve değirmenleri olur.

Kolu çevirdikçe.

Kahveyi öğütürdün…

Sobalı evlerde.

Boya zarar görmesin diye.

Duvara amyant yapıştırılırdı.

Ev eşyaları satılan dükkanlarda.

Fare kapanı da vardı.

Sineklik de…

Dönemin çocukları bilir.

Tornet diye bir şey.

Dikdörtgen kalınca bir tahtanın.

İki alt ucuna.

Tahta çubuklar çakılır.

Çubuklara da.

Dört tane bilye takılır.

Çocukların binmesi.

Ve sürmesi için tasarlanmış.

Acayip eğlenceli…

Bilye deyince kimsenin aklına misket gelmesin.

Çelikten tekerleklere bilye denirdi.

Her çocuk bilirdi.

Tornet satılan bir yer yoktu.

Babası becerikli olan.

Marangoz tanıdığı bulunan.

Yapar, yaptırırdı…

Sapanlarımız olurdu.

Mahalle savaşlarının vazgeçilmeziydi…

Say sayabildiğin kadar.

Burnunu sızlatana kadar…

***

Ben eskiye ait her şeyi severim.

Gözümü kapar.

Saatlerce düşünür.

40 yıl öncesini yeniden yaşarım.

Bir yandan hüzünlenir.

Hatırlayanların azalmasına.

İçlenirim…

Bir yandan mutlu da olurum.

Çünkü.

Anılar benim parçam.

Servetim.

Yaşadığım müddetçe.

Hep yanımda olacak.

Ve hiç tükenmeyecek…

2 Kasım 2020 Pazartesi

BURHAN KUZU’NUN ARDINDAN…

2002 yılında…

Meclis’e yepyeni simalar girmiş.

Ekranların deneyimli anayasa hukukçusu.

Ak Parti sıralarından vekil olmuştu.

Ben ise genç bir muhabirdim.

Onun beni tanıdığını sanmıyordum.

Bir gün Meclis kulisinde gezerken.


Burhan hocanın sesini işittim...

“Ercan beni ihmal ediyorsun.”

Selamlaştık, gülüştük.

Ekranı dikkatli takip ediyordu.

O gün numarasını edinip aradım.

Ekranı çok severdi.

Sevdiğini de saklamaz.

Gurur vesilesi yapmazdı…

Beyaz camın önünde olmayı da hep başardı.

Başaramadığı ve içinde ukde kalansa.

Hükümete girip bakan olmaktı.

O isteğini de saklamadı hiç.

Onu konuk ettiğim bir programda.

Yeni kabine açıklanmış.

Adının listede olmadığını hatırlatınca.

“Yarama tuz bastın” demişti…

Rol yapmazdı…

Meclis’te anayasa komisyonu başkanı iken.

Ani esprileriyle.


Yükselen tansiyonu düşürür.

Herkesi gevşetirdi.

Bir keresinde…

Meclis Başkanı’na dönük sert eleştiriler üzerine.

“Beni seçmiyorsunuz ki, size müstehak” demişti.

Kendine özgü bir adamdı.

Yıllar sonra.

Cumhurbaşkanlığında danışman olduğunda.

Hayırlı olsun ziyaretine gitmiştim.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da yanına geldiğini.

“Odan da güzelmiş” dediğini anlattı.

Onun cevabıysa yine kendi klasiğinde...

“Seninki kadar olmasa da idare ediyoruz” demiş Cumhurbaşkanına…

Karşılıklı kahkahayı patlatmıştık…

Her daim neşeliydi.

2018 yılında…

Kanal D Ankara Temsilcisi olduğumda.

Kutlama ziyaretine gelmişti bana…

Uzunca konuşmuş.

Derinlere dalmıştık...

“Duramam” demişti.

“Durursam düşerim..."

Ona göre siyaset ve hukuk dışında bir hayat.

Durmak demekti...

Burhan hoca hayatının sonuna kadar durmadı.

Hastalığı daha doğru dürüst duyulmadan da.

Bu dünyadan göçüp gitti.

Ekranlar onu ihmal etmese de.

O kendini ihmal etmişti belki…

30 Ekim 2020 Cuma

HAYAT VE BOŞLUK…

Tanıdığımız biri ölünce.

Hepimizin yaşayacağı o sonu hatırlar.

Titreriz.

Hissettiğimiz.

Koca bir boşluk olur.

Dünyada yapılanların.

Hayatın merkezi gibi algılananların.

Oyun ve eğlence olduğunu...

***

Sabah bir haber...

Mesut Yılmaz öldü.

Allah rahmet eylesin.

Her ölümde olduğu gibi.

Titreterek.

Düşündürerek...

***

Hiç mütevazı olmayacağım.

Ben bir Yılmaz uzmanıyım.

ANAP muhabirliğim döneminde.

Onunla ve çevresiyle...

Kitap yazacak kadar anı biriktirdim.

Sadece anı değil.

Onun yakınlarını.

Davranış biçimlerini.

Tereddüt ve pişmanlıklarını gördüm.

Ama.

Satırlar yetmez.

Minicik kısmını yazayım.

***

Önce insani kısmı.

Yılmaz nazik bir insandı.

Soğuk görünse de.

Espriliydi…

‘Alman ekolü’ yakıştırması.

Sadece mezuniyetinden.

Almanca bilmesinden değil.

Duruşu.

Mimikleri.

Ve hayata bakışıyla ilgiliydi.

***

REFAHYOL hükümetinin son günlerinde...

Alman büyükelçiliğinden çıkarken önünü kestiğimde.

Sorumdan çok.

O gün çalıştığım kuruma sallamıştı.

“Hükümet düşecek, sizinkiler de görüyor” demişti.

Sonra gönlümü almak için.

Kolumu hafifçe sıvazlayıp.

Gitmişti...

Günler sonra da dediği gerçekleşince.

Yılmaz da.

Başbakan olunca....

Başbakanlık’ta önünü kesmiştim bu kez...

Yılmaz...

“DYP’li muhaliflerle temasınız ne boyutta?” sorusunu duyunca.

“Seninle şu andaki temasımdan az” yanıtını vermişti...

Bir gün Rize’de.

“Çiller sizin HADEP’le koalisyon kuracağınızı söylüyor” hatırlatmasını yapınca.

“O ne dediğini bilmiyor” demişti.

***

Belli belirsiz tebessüm olurdu yüzünde.

Ne düşündüğü tam anlaşılamadığı için.

Adı poker face’e çıkmıştı...

23 Nisan 1996 günü.

Başbakanlık koltuğuna oturan çocuk.

Yılmaz’a dönüp.

“Çiller’le koalisyon aklınıza gelir miydi?” diye sorunca.

Yılmaz yanıtı yapıştırmış.

“Bazen aklına gelmeyen başına gelir.” deyivermişti...

Çocuğun bu soruyu sorması ise acayip.

Ama...

Yazının konusu değil...

***

Yılmaz’la anı çok.

Zira.

O zamanki muhabirlik 24 saat esaslı.

Uyuduğunda bile takiptesin.

Akşam Yılmaz evine gitmeden.

Eve gidemezsin.

Mesela.

Yılmaz Budapeşte’de yumruk yedikten sonra.

48 saat uyumadan takip.

Evinde, partide, hastanede.

Çalıştığın kurum seni onun peşine takmış...

Dünyanın birçok yerinde.

BM Genel kurulunda, New York’ta.

Meksika’da.

Avusturya’da.

Almanya’da.

Hep yanındaydım.

Mesela yanlış bilinen bir konu var Yılmaz’la ilgili.

Meksika’da at yarışı izlemeye gitmiş.

Oysa olay ABD’de.

İki Bakanı, Güneş Taner ve Cavit Kavak ile.

New York’ta at yarışına gittiklerini öğreniyoruz.

Yanımda ise Sabah muhabiri Şamil Tayyar.

Yorulmuşuz.

Karar verip.

Haberi boşverip.

Biraz da gezelim diyoruz...

Basiretimiz bağlanıyor adeta.

O dönem Türkiye’de.

Skandal bazı kasetler ortaya serilmiş.

Hükümet düşmek üzere...

Tam da bu ortamda...

Yılmaz ile ABD’den Meksika’ya geçiyoruz.

Türkiye’ye döndüğümüzde.

Zaten hükümet düşüyor....

İki ay sonra bir gazetede haber.

“Yılmaz hükümet düşerken Meksika’da at yarışı izlemiş” diye.

Oysa olay ABD’de.

Gözümüzün önünde.

Biz dalmışız.

Her neyse.

***

Yılmaz keyif adamıydı da.

Sadece at yarışı değil.

Tatiline.

Zevklerine de önem verir.

Başbakanlık bile yapsa.

Arkadaşlarıyla sohbetleri.

Tiyatroyu.

Galatasaray’ın maçlarını.

Ailesini ihmal etmez.

Gecelerin yorgunluğu yüzüne yansır.

Gündüz programlarına genelde gecikir.

Sabah gözleri şiş şekilde gelirdi.

***

Şeb-i Arus törenlerinde.

Konya’da.

Semazenler dönerken o mışıl mışıl uyurdu.

Eşi duyguyla izlerken.

O istifini bozmadan uyurdu.

Kimse de uyandırmazdı.

Meclis’te kürsüdeki hatibi dinlerken.

Koltuğunda yatarak otururdu adeta.

Çocukları biraz sert sever.

Sevgi gösterilerini beceremezdi.

Sigarayı derin derin içine çekerdi.

Soğuk görünse de.

Gazetecilerin ricasıyla.

Minik şovlar yapar.

Hediye tabancayı objektiflere doğrultur.

Yeşil sahada penaltı atar.

Dönercide döner keserdi.

Boğazına düşkündü.

Sık sık rejime girse de.

Sık sık bozardı.

Her yönüyle.

İyi haber malzemesiydi.

***

Bir gün.

Bakü’deydik.

Sene 1996...

Gülistan Sarayı’nda.

Rahmetli Haydar Aliyev onun için kadehini kaldırmış.

“Hepinizin şerefine koydum” demişti...

Yılmaz’ın poker face’i ilk kez.

Acayip derecede zorlanmıştı.

Biz ise masanın altındaydık o an...

***

90’lı yıllarda.

ANAP’ın seçim gezilerinden biri.

Elimizde valiz.

Gazeteci arkadaşlarla.

Meşhur Petek otobüsünde.

İl il geziyoruz.

Kim bilir neredeyiz.

Mola noktasında durduk.

Bütün gazeteciler yorgunluktan bitkin.

Çoğu uyuyor.

Kameraman arkadaşımla iniyoruz otobüsten.

Ne olduğuna bakıyoruz.

Anlıyoruz ki.

Yılmaz tuvalete sıkışmış...

Ama.

Vakti az.

Aceleyle.

Tuvaletleri karıştırıyor.

Yılmaz’ın kadınlar tuvaletine dalmasını.

Korumalarının koşturmamalarına rağmen.

Bunu önleyememesini.

Biz çekip.

Biz haber yapıyoruz.

Haberin başlığı:

“Sigarayı bırakmak Yılmaz’a yaramadı, tuvaletleri karıştırdı.”

***

Haberlere çok sitem ederdi.

Ama.

Doğrudan yapmazdı.

Kurmaylarıyla.

Mustafa Taşar, Yaşar Okuyan ile.

Yakın çalışma arkadaşı Sevgi Ulusay ile gönderirdi sitemlerini.

Yine bir gün.

Ağrı gezisi için.

ANAP’ın kaldıracağı uçağın listesine.

Ben ve bir kaç arkadaşın ismi eklenmemiş.

Genel Başkan Yardımcısı Salih Yıldırım’ı arıyorum.

Bana diyor ki:

“Beyefendi selam söyledi. Haberinizi Ankara’da yapın diyor. Gitseniz de yapacağınız haber aynı zaten.”

Çok gülmüştük.

Ama uçağa alınmayışımızı da haber yapmıştık...

***

İlginçtir.

Yılmaz siyaseti hep sağda yapsa da.

Sol tandanslı gazetecilerle arası daha iyiydi.

Askerin siyasete yön verdiği süreçte.

Askerle de arası iyiydi.

Belki de bu yüzden.

Erbakan’la koalisyondan son saniyede vazgeçti.

28 Şubat sürecinde.

Cuntacılarla arasına mesafe koyamamıştı.

REFAHYOL düşürülünce.

Sonraki hükümetin Başbakanlığını kabul etti.

Cuntacıları eleştirmedi.

Tam da bu yüzden.

Partisinin muhafazakar tabanını eritti...

Yıllar yıllar sonra.

Emeklilik günlerinde.

15 Temmuz darbe girişiminin ardından.

Sivil hükümetin yanında.

En net duruşlardan birini ortaya koymuştu...

Kim bilir?

Belki siyaseten pişmanlıkları vardı.

Ama son kertede.

Kader her şeyin önüne geçiyor.

Zira.

Hayat boş.

Bomboş...

Günün birinde.

Oğlunu kaybedince.

Belki o gün öldü.

Hep kullandığı tabirle.

Uzatmaları oynamaya başlamıştı.

Her şeyini kaybetmişti.

Hükümet ne ki.

Siyaset ne ki.

Hayat ne ki...

24 Ekim 2020 Cumartesi

AZERBAYCAN VE ECNEBİLİK ÜZERİNE...

Bir ülke düşün.

Sokaklarında dolaşırken.

Türk olduğunu söyleyip.

Bütün kapıları açıyor.

Göğsünü gere gere yürüyüp.

Vitrinlerdeki markalarımızın.

Sadece prestij ifade etmesinden.

Mutlu oluyorsun...

Bir ülke düşün.

Sana yönelen hayran bakışların..

Sadece aksanından kaynaklandığı.

Ve bir ülke düşün.

Öyle bir insanı var ki.

Senin bayrağını kendisininkinin yanına.

Bazen de önüne asıp.

Kendi bayrağı gibi gören de o.

Sen Azeri desen de.

O ısrarla “Türküm” der...

Senin başarını sahiplenip.

Kederinle kederlenir.

Dizilerini izleyip.

Çocuklarına da izlettirip.

Senin gibi konuşmasını ister.

O bunları yaparken.

Kendi aksanıyla alay edilmesine de.

Sessizce kırılır...

O kadar sessizce ki.

İlişkiler zarar görmesin diye.

Lafını bile etmez...

Halbuki o alaycı cahil bir bilse...

Dedesi, ninesi.

Sadece iki kuşak önce.

Anadolu’da.

Bu kelimelerle anlaşıyor.

Pilov yiyip.

Elini yuyuyordu...

Atasını bilmemek ağır.

Daha da ağırı...

Kardeşini hor gören.

Yerli ecnebilerin.

Kendini hor görenlere.

İtip kakanlara olan.

Gerekçesiz hayranlığı...

Belki de gerekçeli...

Kim bilir.

Özüne ecnebilik.

Bu toprakların kaderi belki...




13 Ekim 2020 Salı

FOTOĞRAFLARDAKİ SIR...

Yıllanmış fotoğraflar büyülüdür.

Sessiz sessiz konuşurlar…

Her bakışta.

Yeni şeyler söyler.

Yeni keşifler yaptırırlar…

Bugün bir fotoğraf sergisindeydim.

Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın fotoğrafları.

Ulucanlar Cezaevi müzesinin hemen yanındaki sergideler.


İlk tespitim.

Özal’ın resmi kıyafetlerden nefret ettiği…

1982’de Abant’ta olta atarken.

İbrahim Tatlıses’in uzattığı mikrofona türkü söylerken.

Takım elbisesinin sakil durduğunun farkında.

Ya da.

Demirel ve İnönü ile askeri tatbikatta.

Giydiği kamuflajdan rahatsız.

Çok belli…

Çünkü kendi gibi olmayı istiyor.

Olamıyor…

1983 seçimlerini kazandığı günün ertesinde.

Çok müzevazı sofrasında.

Parlakça kumaştan tişörtü ile.

Sokaktan geçen biri gibi.

Göbeğindeki çıkıntıdan rahatsızlık duymadan kahvaltı ediyor.

Semra hanımın yüzüne yansıyan endişesi.

Belki biraz da o göbekten kaynaklı…

Ama Turgut bey mutlu.

O günlerin modası olan ve artık vintage hale gelen.

Muhtemelen Casio elektronik saati ile.

Yine mütevazı görünen evlerinde.

Perde, masa örtüsü, tabaklar.

O dönem her evdeki gibi.

Masada büyük parçalardan oluşan geleneksel peynirler.

Kovan balı Anavatan Partisi logolu kabında.

Partinin logosu malum.

Arı…

Başka karelere de göz atınca.

Özal’ın kendini rahat hissettiği kareler belli.

Çocuklarla birlikte yapmacıksız.

Çocuk gibi…

Marmaris’te tatildeyken, Semra hanımla.

Çok mutlu, belli…

Üzerinde tişört…

Marmaris’teki kahvaltı masasının kırmızı beyaz kareli örtüsü.

Biz yaşlardakilerin beyninde bir klasiktir.

Kayısı festivalinde giydiği tişört gömlek arası kıyafet.

Mısır’da tapınak gezerken masa örtüsü motifli kıyafeti.

Elazığ’daki bembeyaz ve hırkayı andıran ceketi.

O rahat görüntülerin ortak yanları ne biliyor musunuz?

Çoğu Cumhurbaşkanı olduktan sonra.

Yerleşik nizamın baskısını daha az hissettiğinde.

Ezberleri bozabileceğini anladığında.

Rahatladığında.

Kendince.

Kuralları kendi koyduğunda.

Artık yasaklı listelerini aştığında.

O rahatlığın üzerine yansıması bence…

Sergide göremediğim şortlu fotoğrafı da öyleydi mesela…

Bir başka tespit.

Turgut Özal aslında hep çocukmuş.

Cumhurbaşkanı iken çocukluğu zirveye vurmuş.

Dreamland açılışında.

Kumanda aleti ve vitesle oyun koltuğunda.

Foto muhabirlerini umursamıyor bence.

Son derecede sahici.

O an tek derdi.

O oyunu kazanmak...

Bana sorarsanız en mutlu olduğu kare ise.

Naim Süleymanoğlu’nu Türkiye’ye getirdiğinde.

Kameraların karşısındaki görüntüsü…

Süleymanoğlu çocuk.

O daha da çocuk…

Cumhurbaşkanlığı’nda.

Üstü açık makam arabalarında.

29 Ekim’de merhum Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş yanında.

Güreş paşa çakı gibi.

Özal her zamanki gibi large…

1990 yılında limuzinin üst penceresinden uzanan gövdeler.

Yanında Mehmet Keçeciler.

Keçeciler adeta cumhurbaşkanı gibi durmuş.

Rol çalmış.

Özal yine de rahat ve mutlu…

Çünkü kendisi gibi…

Köy çeşmesinden su içerken de.

Hükümeti devralırken de.

Başkası olmaya hiç çalışmamış bence…

Son iki not.

Özal’ın konuştuğu mikrofonda “Zenger” yazısı.

Ankara Kalesi’ne “Zenger konağı”nı.

Erkal Zenger’in kendisini, bilenler, bilmeyenlere anlatsın.

Acayip matrak adamdı Zenger.

Özal ona çok güvenirdi.

Fotoğraflarda olmasa da.

Adı ile girmiş sergiye…

Bir de.

Özal’ın tarihin derinliklerinden uzanan bir karesi…

Beni çok etkiledi.

O fotoğrafta.

Çanakkale kahramanı Seyit Onbaşı’nın eşi var…

Düşünün tarih kitaplarındaki bir karakter o…

Sözün özü...

Eski fotoğraflar.

Bizim mesleğin.

Hızlı yaşama ve tüketme alışkanlığını açığa vuruyor.

Özal, Demirel, Ecevit, Türkeş, İnönü vs…

Hepsiyle tonlarca anı…

Çocuktuk, onlarla büyüdük.

Ne yaşlara geldik.

Biz bile bunu diyorsak…

Ve fotoğrafta gördüklerimizin çoğunun tarih olduğunu.

Gayet de kanıksıyorsak.

Artık fotoğraflara sadece bakmanın değil.

Onların gizli anlatısını keşfetmenin zamanıdır.

Zira asıl anlam.

Geçmişin kendisinden çok.

Keşfedilmeyi bekleyen gizemindedir...

25 Eylül 2020 Cuma

KİRPİK...

Gece yatmadan.

Sosyal medyaya takıldığımdan.

Sabah kalkınca.

Onun etkisinde olurum.

Birisi Neşet Ertaş’la ilgili yazmıştı.

Aklımda “Yalan dünya” kısmı kalmış.

Sabah onu mırıldanırken.

Bir yandan da.

Kendi kendime.

“İyi ki ölüm var” dedim…

Düşünsenize…

Sonu gelmeyecek bir maç seyredilir mi?

Ancak sonun bilincindeysen.

Yaptığının anlamı olur.

Bitmeyecek bir şey.

Keyifsizdir.

Boştur…

Hep çalışıp.

Hep kariyer yapmak da.

Zamanının tamamını.

Hırsına ayırmak da...

***

Öyle yapıyorsan.

Ölümlü dünyayı anlamamışsın demektir.

Keyif ve heyecana.

Gezmeye.

Arkadaşlarına vakit ayırıp.

Sevdiklerine sarılıp.

Gereksiz dargınlıklara son vermeyi.

Ve.

Karşılıksız iyiliği.

Ancak ve ancak.

Sonu olan bir dünyada düşünürsün…

Yeter ki.

Ölümün bilincinde ol.

Ömür göz açıp kapatma süresi.

Ve…

Sen.

Evrende nokta bile değilsin.

***

Geçenlerde bir ağabeyimiz…

Bana önündeki eski ahşap masayı gösterdi.

Özellikle de.

Muntazam olmayan kısımlarını…

Girinti ve çıkıntılarını…

Ve dedi ki.

“Kim bilir bunun içinde hangi Hititlinin kirpiği var.”

Dikkatlice masaya baktım.

Çizgi çizgiydi…

Derine dalıp.

Kirpikleri.

Saçları.

Gördüm kendimce…

Şüphesiz o kirpiğin sahibinin.

Umutları da vardı.

Hırsları da.

Belki bir Romalıydı.

Ya da Selçuklu’da.

Beylikler döneminde.

Osmanlı’da yaşıyordu.

Ya da bilmediğimiz uygarlıklarda.

Öylesine birinin.

Dişi.

Tırnağı.

Kaşı, gözüydü belki.

Bilinmez…

Sonra masanın çekmecesinden bir zarf çıkardı.

Cenaze törenlerinde.

Dağıtılan fotoğrafları biriktirmişti.

Kimler kimler vardı.

Bir görseniz.

Hiçbir fotoğrafı atmamıştı…

Telefonundaki fihriste baktık.

Çoğunun numarası da kayıtlıydı.

Geriye kalanları silmeye.

Eli gitmemişti.

Direnmişti.

Oysa zaman gelecek.

Fotoğraflar da.

Telefon da.

Belki çöllerde toz.

Ya da ağaçta dal olacak…

Fotoğraftakilerin.

O meşhur insanların.

Hatırlayanı kalmayacak…

Ahşap masalardaki kirpik ise.

Görmek isteyene.

Yüzyıllarca ibret verecek…

 

(Not: Bu vesileyle bugün genç yaşta aramızdan ayrılan Anadolu Yayıncılar Derneği Başkan Yardımcısı Sevgili İbrahim Toru’ya Allah’tan rahmet diliyorum. Mekanı cennet olsun. Başta ailesi, sevenleri ve Anadolu Yayıncılar Derneği Başkanı Sinan Burhan’ın başı sağolsun. İbrahim gibi misafirperver, güler yüzlü, enerjik ve hep iyiliğe odaklı bir insan çok az bulunur.)

15 Eylül 2020 Salı

UNUTMAMAK ÜZERİNE...

1994 yılında.

Çömez bir muhabirken.

Tecrübeli meslektaşların sohbetlerinde.

Lafa girmektense.

Dinlemeyi tercih ederken.

Bir diyalog yakalamış.

Ve asla unutmamıştım…

Bir meslek büyüğü ablamız.

Cep telefonu için.

“Gereksiz bir alet” deyivermişti.

Arkasından da…

“Zenginlerden başka alan olmaz” diye de eklemişti…

Öngörü önemli tabi…

O günlerde.

Başka bir mekanda.

Dönemin iktidar partisi.

DYP Genel Merkezi’nde.

Benzer bir fütüristik sohbette.

Bir abimiz.

“Cep telefonu büyük saçmalık” deyivermişti.

Ona göre.

Kızlara hava atmaya yarayan bir aletti.

Düşüncesini zenginleştirirken de.

“Her gittiğimiz yerde elimizin altında telefon var. Kimse almaz cep telefonunu” kehanetini yapıştırmıştı.

Onu destekleyen bir arkadaşımız.

Çağrı cihazını göstermiş.

“Bu varsa başka şeye ihtiyaç yok” deyivermişti.

Sonra da büyük özenle.

Ve gururla.

Cihazını kemerine takmış.

Havalı şekilde ışıldamıştı…

Bugünkü nesiller görse ne sanır?

Bilinmez…

Yani…

Sezgi önemli.

Öngörü de.

***

Basit sohbetlerdi ama.

Dönemin bir anlayışı içinde.

İstemezükçü düşüncelerini.

Kehanetlerle yoğurup.

Gazeteci kuşkuculuğu ile harmanlayıp.

Yanıltıcı öngörü oluşturan.

Bir yapıyı da ortaya çıkarıyordu.

***

Birkaç sene ileri gidelim.

2001 yılına…

Nokia cep telefonu.

Ve eğer alırsanız.

Yanında bir aparat.

Dünyada devrime neden olacak.

Mucize foto aparatı.

Yani…

Telefonunu alıyorsun…

Aşağısına.

Küçücük bir şey ilave ediyorsun.

Telefona ilave cihaz…

Telefonun üzerinde hep durmuyor.

Telefonla konuştuğunda çıkarıp.

Fotoğraf ihtiyacı olduğunda.

Yine takıyorsun.

Bulanık bir fotoğraf çekiyor.

Çamur gibi…

Ama o gün için.

Devrim.

Kameralar kocamanken.

O küçücük…

Oysa bugün.

O cihazı ve telefonu göster.

Hatırlayan çıkar mı?

Kuşkulu…

***

Sonradan piyasaya sürülen.

Entegre kameralı telefon.

Gerçek devrime yeni bir adımdı belki.

Henüz telefonda internet olmadığı için.

Fotoğraf çekip.

Bakmaya.

Arkadaşlarına göstermeye.

Belli koşullarda bilgisayara aktarmaya yarıyordu.

Ama zahmetli işti…

Asıl devrimi yapacak olansa.

İnternet ve telefonun bir araya gelmesiydi.

***

2007 yılında.

Başbakanlık’ta görevdeyken…

Yine fütüristik bir sohbette.

İnternet ve telefonun aynı bedende buluşmasını konuşurken.

Bir arkadaşımız bunu…

Fantastik bulmuş.

Ve demişti ki…

“Evde, işte her yerde internet, bilgisayar zaten var… Telefonda internet kadar saçma, gereksiz, kullanışsız bir şey olabilir mi? Hem gözümüz nasıl görecek?”

Yalan yok.

Ben de çekimser.

Tereddütlü şekilde dinledim…

Yıllar yılları kovaladı.

Belki o arkadaşımız.

Akıllı telefonu olmadan.

Tuvalete girmiyordur artık…

Yani…

Sezgi…

Dahası.

Öngörü çok hayati…

Önemli bir şey daha var ki o da.

Zaman…

Çünkü zaman.

Tarafsız ve unutmayan.

Acımasız bir tiyatro sahnesi…

Gazeteci.

Tabi ki tecrübesini de kullanarak.

Öngörülerde bulunacak.

Ama asıl görevimiz.

Hem zamana.

Hem dönemin anlayışına.

Tanıklık etmek.

Unutmamak…